Türk Düşüncesi: 2023 Sath-ı Mailine Girerken...

   Gündemi yakından takip eden ve siyaseti bir olgu olarak kabul edebilen bir vatandaş olarak benim de 14 Mayıs seçimleri ile ilgili tahminlerim, ön görülerim ve düşüncelerim olacak. 
   Öncelikle şunu söylemekte fayda var: Herkesin ama herkesin politize olduğu bu ortamda bugün seçimle ilgili yapılan değerlendirmelerin neredeyse tamamı sağlıklı bir analiz olmaktan çok öte bir kitlenin sözcülüğünü yapma görevi görüyor. 
   Örneğin bugün hatırı sayılı derecede muhalif seçmen, 6'lı Masa'nın ontolojisine karşı çıkıyor. Buradaki en büyük rahatsızlığı AKP'nin sabık bakanları oluşturuyor. Muhalif seçmenler açısından değerlendirildiğinde yıllardır AKP istibdadı altında ezilmiş vatandaşlarda bu iki eski AKP'li bakanın rahatsızlık uyandırması son derece doğaldır. Ancak şu var ki nasıl muhalif seçmenin önemli bir bölümü en tabii haklarını geri kazanmak adına radikalize olmuşsa Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu da yine çok tabii olarak siyasî hayatlarını devam ettirebilmek adına 6'lı Masa projesine destek verdi. Yine oldukça tabii olarak Kemal Kılıçdaroğlu da kendi adaylığını toplumun büyük kesimlerine kabul ettirebilmek adına 6'lı Masa'nın kuruluşuna öncülük etti. 
   6'lı Masa'dan önce Saadet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti'nin temsil ettiği Millet İttifakı vardı ve bu ittifak tamamen doğal yollarla kurulmuştu. Millet İttifakı esasen başkanlık seçimlerinde zorunluluk olarak ortaya çıkmış ve IYI Parti'nin önünü kesmek amacıyla erkene alınan 2018 seçimlerinde resmîleşmişti. 
   Nihayetinde o dönem bir yükseliş trendi içerisindeki İYİ Parti ve Meral Akşener, henüz teşkilatlanamadan seçime girmesi ve kendini anlatamaması sebebiyle seçimde beklenilen performansı veremeyecek, bununla birlikte CHP'ye yakınlaşmak zorunda kalacak ve seküler bir kimlik kazanması nedeniyle hem MHP tabanından hem de küskün AKP seçmeninden alabileceği potansiyel oyları alamamasına sebep olacaktı.
   7 Haziran 2015 seçimlerinde %16.2 ile 80 milletvekili çıkarabilen MHP'nin oyu diğer milliyetçi gruplar da hesaba katıldığında en az %18 olarak tahmin ediliyordu. Parti eğer politikalarını da revize ederek yeni bir genel başkanla -yeni bir yüzle- seçime girebilirse hem muhafazakâr olması sebebiyle AKP'den hem de devletçi bir gelenekten gelmesi itibariyle de CHP'den oy alabilecek bir potansiyele sahipti. Ancak önce Bahçeli'nin MHP'de genel başkanlık seçimine kapıları kapatması, ardından İYİ'nin teşkilatlanamadan seçime girmek ve CHP'ye göbekten bağlı kalması, olası bir "üçüncü yol" siyasetinin önüne geçmiş oldu. Bu da hem Kılıçdaroğlu'nun hem Tayyip Erdoğan'ın hem de Devlet Bahçeli'nin koltuğunu sağlamlaştırmasına sebep oldu. 
   Eğer MHP o zamanlarda kongre yapabilseydi gerçekten belki de Cumhuriyet tarihinde görülmeyecek zenginlikte bir genel başkanlık kongresine şahit olabilirdik. Adaylar arasında Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Oğan ve Koray Aydın gibi nitelikli siyasetçiler vardı. Dolayısıyla Gezi Parkı ve 17-25 Aralık davalarında halk nezdinde ciddi yara almış AKP'ye ve bir dönüşümün sancılarını çeken, ayrıca AKP tarafından oldukça ağır şekilde yıpratılmış CHP'ye karşı bu kongreden çıkacak sonuç, Türkiye'ye "üçüncü yol siyasetini" verebilirdi. 
   Bugün önce Ümit Özdağ'a, bir aralık Fatih Erbakan'a ve nihayetinde Muharrem İnce'ye karşı uyanan ilgi ve alâkayı, Türkiye'nin "üçüncü yol siyaseti arayışı" olarak değerlendirmek gerekir. 
   Yani Devlet Bahçeli, başkanlık sistemine evet diyerek koltuğunu sağlamlaştırmış oldu. Tayyip Erdoğan'a muhalif olanlar ise ayakta kalabilmek adına çareyi ana muhalefet başkanı ile ittifak yapmakta buldu. Bu ittifak arayışı geleneksel solun ve geleneksel sağın bütün ezberlerini bozan yeni bir tezin ortaya çıkmasına sebep oldu.
   Yeri gelmişken söyleyelim: Türkiye, önce sol kompleksini aşmak zorundadır. 70'li yıllardaki 1. ve 2. Milliyetçi Cephe hükûmetleri Türk siyasî tarihinin acayip olaylarındandır. Sağ partilerin yükselen solu durdurmak amacıyla "kerhen" de olsa oluşturdukları bu ittifak yükselen solu durduramadığı gibi ülkeyi anarşi ortamına sürüklemiş ve 12 Eylül'e sebebiyet vermiştir. Koalisyonun adı dahi o yıllardaki CHP'ye bakış açısını açık bir şekilde ortaya koymaktır. Milliyetçi ve halkçı olduğu için oyların büyük bir çoğunluğunu alan Ecevit, vatan haini ve halk düşmanı olarak gösteriliyor, milliyetçi olmadığı için kendisine "cephe" alınıyor ve koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı "cephe lideri" olarak anılıyordu. Türkeş, "sağcı komandoların" devletin yanında olduğunu söylüyor; Demirel ise açıkça Komünistleri ve CHP'yi hedef alıyordu. MSP ise 73'teki hırsları sebebiyle hem birinci hem de ikinci milliyetçi cephe hükûmetlerinin en büyük destekçisi oluyordu.
   Sağın bu uzlaşmadan uzak tavrı 80 darbesine sebep oluyor, önce söylenildiği gibi Türkiye'nin 50 yıl geri gitmesine sebep oluyor, sonra sola büyük darbe vurup milliyetçilerin siyasal islamcı partiler arasında kaybolmasına ve sağın kendisi olarak ileri sürülen ülkücülüğün zamanla İslamcı siyasete entegre olmasına sebep oluyordu. Darbeden sonra MHP teşkilatlarının ülkücülerin, devletin gönüllü ancak hakkı yenilmiş askerleri propagandası ülkücülüğe sempatiyi artırırken solun "günah keçisi" ilan edilmesine yol açıyordu. Bu sempati Türkeş'in ölümünden sonra MHP'yi ikinci parti yapacaktı. 
   Önce CHP'nin yükselişine engel olan, sonra da üçüncü yol siyasetinin önünün tıkanmasına yol açan bugünkü sağ anlayıştır. Önce cemaat, bir skandalla Cumhuriyet'in partisinin itibarına kasetmiş, daha sonra AKP, Kılıçdaroğlu'na sistematik bir şekilde karalama kampanyası başlatmıştır. Bu da sonuç vermiş olacak ki muhalif seçmenin büyük bir bölümü, Kılıçdaroğlu'nun adaylığına çok sert bir şekilde karşı çıktı. CHP'nin yüz yılda yalnızca 5 genel başkanı olması, parti içindeki görece demokratik ortama karşın sorgulanamaz lider kültü elbette eleştirebilir ve eleştirilmelidir de ancak içinde bulunduğumuz durum, Kılıçdaroğlu'nun adaylığını zorunlu kılmıştır. 
   AKP, bizatihi koalisyon problemine çözüm olmak amacıyla kurulan bir parti olduğundan iktidarın 6'lı Masa'dan hiçbir şey çıkmayacağını düşünmesi oldukça doğaldır. Ancak Türkiye'yi "çatışmalı koalisyonlara" mahkûm eden de sırf sola karşı birlik olmak amacıyla hiç yan yana duramayacak partilerin bir araya gelmesini mecbur kılan da AKP'nin öncülleridir. 
   Şu da unutulmamalıdır ki AKP de arkasına aldığı Post Kemalist rüzgârla bir koalisyonlar partisidir. Ancak AKP, bugünkü konumuyla artık bir koalisyonlar olmaktan çıkmış, kendi yarattığı imtiyazlı sınıfın partisi hâline gelmiştir. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan, ittifak yaptığı gruplar arasındaki uyumu sağlayamamış ve bu da bir kriz ortamının doğuşunu hazırlamıştır. Bu da zaten yükselişte olan muhafazakâr milliyetçiliğin çok daha fazla yükselme imkânı bulmasına sebep olmuştur. Albayrak ve Bayraktar'la kurulan akrabalıklar, AKP'nin geçmiş koalisyonlarını sürdürememesine engel olmuş ve bir makas değişikliğini zorunlu kılmıştır. 
   Solu bitirmeye yönelik çaba, her ne kadar solu bitirme amacına ulaşamasa da, istendik bir şekilde solu zayıflattı. Bu da solun devletin 80 darbesinden sonra oluşan sistem içerisinde kontrol altında olmasını sağladı. Bu yüzden sol, kendini ancak kapalı birtakım gruplarda ve yeraltı örgütlerinde gerçekleştirebildi. Bu durum da solun terörle ilişkilendirilmesi tezini kuvvetlendirdi. 
   Yıllardır solun hiçbir şey üretemediği söyleniyor, yazılıyor, çiziliyor. Esasen sorun, solun değil Türk aydınının üretememesidir. Birincisi YÖK, akademi ile sosyal hayatı birbirinden kesin çizgilerle ayırmıştır. Akademisyenlerin topluma nüfûz edemediği noktada meydan sahtekârlara kalmıştır. İkincisiyse üniversite sayısının artmasıyla birlikte akademisyenlerin niteliğinin düşmesidir. Bir üçüncü problem ise bir politika olarak felsefe dersinin müfredatının zayıflatılması ve ders saatinin düşürülmesidir. Aydınların topluma nüfûz edebildiği, öğrencilerin kaliteli eğitim aldığı, lise düzeyinde Kant'ın, Marx'ın öğretildiği bir ülkede kula kulluk düzeni olmaz. Böyle bir ülkede başkanlık sistemi de totaliterizm de nepoztizm de görülmez. Türk siyaseti, dolayısıyla Türk toplumu, bilinçli niteliksizleştirilmeyle sağın güdük gündemlerine mahkûm oldu. Bütün dünyada irfanıyla birlikte oyun kurucu rolündeki sol, Türkiye'de yalnızca sağın garipliklerine şerh düşmek zorunda kalan entellerin eline düştü. 
   Bülent Ecevit'i CHP genel başkanı yapan süreç, 71 muhtırasında ordunun, üniversitelerin özerkliğine kasteden anlayışına karşı çıkmasıyla başlamıştı. Ancak Demirel önderliğindeki sağın, âdeta ordunun isteğini yerine getirmek amacıyla Ecevit'e karşı milliyetçi bir cephe alması 80 darbesinin önünü açtı. Dolayısıyla Türkiye'yi krize sokan ittifaklar değil kompleksler ve inatlaşmalar olmuştur. Bugün geçmişteki bu inatlaşmalara "inatla" 5 sağ partinin CHP ile ittifak içerisinde olması, 6'lı Masa'nın samimiyetinin bir göstergesidir. 
   Ancak Ecevit'i siyaset sahnesinden silen olay da "Demirelsiz Türk siyaseti olmaz" diyerek Süleyman Demirel'i nâhak yere yeniden cumhurbaşkanı yapmak istemesidir. Türk siyasetinin bu kadar Demirel'e, yani popülist sağa, mahkûm olduğunu kabul etmek Ecevit'in siyasî hayatında başarısız olduğunu kabul etmesidir. Oysa Güneş Motel olayı hiç yaşanmamalı, Demirel'in cumhurbaşkanı adaylığı ise gündeme hiç gelmemeliydi.
   Bugün Kemal Kılıçdaroğlu, Bülent Ecevit gibi parlak bir lider olmasa da ittifaklara zemin hazırlayan yapısıyla solun, dolayısıyla da Türkiye'nin kaderini değiştirecek bir potansiyele sahip. 
   Sinan Oğan "Ne domuz bağı ne Kandil dağı" söylemiyle eski orta yolcu Ülkücü siyaseti devam ettirirken Muharrem İnce de "Ne sağdan ne soldan, Atatürk'ün yolundan diyerek" sola yakın ama daha çok sağ tabanlı bir siyaset izlemeye çalışıyor. Ancak aksi yönde sağdan çok soldan oy alıyor. İYİ Parti, Kılıçdaroğlu'nun adaylığını ölüm ile sıtma arası bir tercih olarak nitelendirirken de bir üçüncü yol siyaseti oluşturmanın yollarını arıyordu. 
   Ancak muhalefet bloğunun kazanması dahilinde Memleket ve Zafer Partileri Türk siyasetindeki etkinliğini artırabilecek bir potansiyele sahipken IYI Parti'nin masadan ayrılması sonucunda tek başına iktidar olamayacağı her senaryo İYİ Parti'nin ölümüne neden olur. Geçmiş tecrübeler bize iktidar olamayan sağ partilerin ömrünün pek de uzun olmadığını göstermiştir. AKP'nin seçim kaybetmesi dahilinde Yeniden Refah, CHP gibi kemik kitlesinin olduğu bir parti hâline gelecek bir kısım seçmen ise Saadet Partisi'ne kayacak. DEVA ve Gelecek ile ilgili yorumu seçimden sonra yapmamız mümkün olacak. Dolayısıyla ancak Millet İttifakı'nın kazanması durumunda bir üçüncü yol siyasetinden bahsetmemiz mümkün hâle gelebilir. Çünkü üçüncü yol siyasetini tıkayan bizzat iktidardır. 
   Türkiye'nin sağlıklı bir üçüncü yol siyaseti belirlemesi için önce 80 darbesinin yarattığı siyasî havayı üzerinden dağıtması gerekir. Devletçilik, kendi içerinde serbest piyasa ekonomisini de barındırır ancak bir devlet hem devletçi hem de serbest piyasacı olmaz. Böyle olduğunda imtiyazlı bir sınıf ortaya çıkar. Ne ondan ne de ondan olmak veya Atatürk'ün yolundan gitmek bize üçüncü yol siyasetini vermez. Bütün apolitik söylemler yalnızca iktidarın işine yarar. İdeoloji vardır ve gereklidir. Bu millet, önce farklılıklara saygı duymayı öğrenmelidir. 
   Fred Feldman, çoğu zaman kötü bir durumdan olabildiğince sıyrılmak için en iyi tercihimiz kötünün iyisini seçmektir ve bu da belirli bir acıya yol açar, diyor. 
   Önce bu kötü duruma yol açanlardan kurtulmamız gerek. Çünkü onlar iyi bir şeyin ortaya çıkmasını engellediği gibi iyi olan her şeyi de kötü gösterme gayreti içindeler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkülerin Söyledikleri: İki Şeye Pişman Olan Ağasarlı Cayan Hüseyin

İçimden Geçenler İçimden Geldiği Gibi!