İnsan İçin Zaman

    Zaman, üzerine düşünmeden edemediğimiz bir kavram. Entelektüel boyutta veya kişisel fantezilerimiz -her ne şekilde olursa olsun- zaman hakkında fikir sahibi olmayanımız yoktur. 
   Bu konuda bir düşünce var ki bu, son zamanlarda fazlasıyla ilgimi celp etti. Birtakım insanlar modernleşmenin hayatımızı çok fazla hızlandırdığını ancak bu hızlanmayla birlikte birçok şeyi kaybettiğimizi söylüyorlar. Onlara göre biz yavaşlayıp yolun kenarındaki güzellikleri görürsek kurtulaşa ermiş olacağız. Modern dünyadaki olumsuz havanın sebebi şeyleri çok hızlı yaşıyor olmamız. 
   O yüzden yavaşlamalıyız. Hatta mümkünse biraz durmalıyız. Dünyanın yaşanılabilmesi için bunu yapmamız şart. Kurtuluş ancak yavaşlayıp, bir yerde durup düşünmekten geçer. Öyle hızlı gidiyoruz ki düşünemiyoruz bile. Düşündüğümüzde acılarımız da dinecek. 
   Bu düşünceyi de şöyle sloganlaştırmışlar: Durun, yavaşlayın, düşünün!  
   Bu söz gerçekten samimi ve hoş gibi görünüyor. İyi bir öneri gibi. İçten bir dilek. Hatta ince bir düşünüş var bu sözde. Saf bir kalpten çıktığı muhakkak.
   Sahi bir insanın ömrü kaç yıldır? Insanın yaşıyor olması için tek şart nefes alması mıdır? Kim için canlı, kim için ölü diyebiliriz. 
   İnsanın ömrü, kavrayışı bittiği an biter. İnsan, anlamdır. İnsanın anlamı tanrısal bir boyutta değildir. Dolayısıyla anlamlı olup olmamak ontolojik bir sorgulama değildir. İnsan, anlamını sonradan edindiği huy ve karakterlerle kazanır. Hayvani arzularını nasıl eğittiğiyle kazanır. İşte buna "erdem" adı verilir. 
   Anlamın Tanrısal boyutu, Tanrı'nın her insana anlamlı olma potansiyeli vermiş olmasıdır. Anlamını çıkaracak olan ise insanın kendisidir. Tanrı'nın anlamlandırıcı bir işlevi yoktur. 
   İnsan kendinde olan anlamı şeylere de yükler. O hâlde insan ne kadar anlamlıysa nesnelere de o kadar anlam yükleyebilir. Kendi değerinin farkında olan insan, karşısındakinin de değerini farkına varır. Değerli bulduğu insanlarla olan ilişkisi onun değerini artırır. Değersiz insanlarla olan etkileşimi ise onun değerini düşürmekten başka bir işe yaramaz. 
   Nasıl ki aynı ortamdaki maddeler ısı alışverişini maddelerin sıcaklıkları eşitlenene kadar devam ettiriyorsa değer alışverişi de öyledir. Değersiz bir insan ile değerli bir insanın ilişkisinden değerli insan değerini çok sancılı bir şekilde kaybederken, değersiz insan sırf değerli bir insanla beraber olduğu için değer kazanır. Kendisi zaten değerin ne olduğu hakkında fikir sahibi olmadığından gerek davranışlarıyla gerekse sözleriyle elde ettiği değeri de çarçur eder. 
   O yüzden insan, anlamlandırarak değer vermek zorundadır. Gözümüzde İnstagram da bir değer ifade etmektedir. 
   Işte ölümümüz, şeylere değer veremediğimiz anda başlıyor. Nasıl ki yaratılış bir süreçse ölüm de bir süreçtir. Son nefesini vermek, bunun yalnızca son aşamasıdır. 
   Öncelikle "zaman" kavramı üzerinde duralım. Zamanın sürekli hareket eden bir yapısı vardır. O hâlde zaman için dinamik (değişken) diyeceğiz. Statik kavramının zıt anlamlısı ise dinamiktir. (değişken) 
    Öyle ki kuantum fiziğine göre geçmiş hâlâ bir yerlerde yaşanmaya devam ediyor. Geçmişe gidebilmek de mümkün. Bunun için yapmamız gereken ise ışıktan daha hızlı hareket edebilmek. Gittiğimiz geçmiş; yalnızca görüntüden ibaret olacak, nesneleri görebilecek ancak onlara dokunamayacağız. 
    Bu durumda benim yorumum insanın, doğadaki görüntüsünün en azından kainatın sonuna kadar yaşayacağı olacaktır. Geçmişe gittiğimizde gördüklerimiz ise görülen nesnenin sadece bir yansıması, daha güzel bir ifâdeyle "holigram"ı olacağıdır. 
   Geçmişe gittiğimizde nesnelere dokunamamak demek geçmişi farklı bir şekilde yaşayamayacağımız anlamına geliyor. Peki gerçekten nesnelere dokunabilecek ve yaşadıklarımızı değiştirebilecek olsak yaptığımız yanlışları tekrardan yapmaz mıydık? Belki duygusal davranıp bu soruya evet cevabını verebilirsiniz ama acaba geçmişe gittiğimizde geçmişe gittiğimizi hatırlayabilecek miyiz? Diyelim ki geçmişe gittiğimizi hatırladık, yaptığımız eylemleri tüm ayrıntılarıyla hatırlayıp onlara önlem alabilecek miyiz? Diyelim ki önlem aldık, ya olaylar farklı bir şekilde, farklı bir yoldan gelişir; o zaman karşımıza çıkmayan bir seçenek ortaya çıkıp olacak olan farklı bir yoldan olursa ne yapacağız? Geçmişe gittiğimizde yanlış yaptığımızı düşündüğümüz bir işi bizce doğru yoldan yaptığımızda aslında doğrunun yine bizce daha büyük felaketlere yol açmayacağını kim iddia edebilir? Ya o zaman yapmadığımız şey, uzun vadede bakıldığında daha hayırlı ise?   
   Geçmişe gitmek ve bir şeyleri düzeltmek... Hayat sanki bir makine ve biz o kadar usta olmuşuz ki geçmişe gidebilsek bozuk yerini tamir edebilip hayatımızı daha iyi yapabileceğiz(!)  
   Biraz düşündüğünüzde hayatınızda öyle spesifik bir hatanın olmadığını göreceksiniz. Öyle bir hata varsa dahi bu hataya da bir önceki hata sebep olmuştur. O hataya da bir önceki hata. Kaybeden bir insan için hayat, yalnızca hatalar silsilesi, kötülük ise hayatın sillesidir. Çünkü onlar kötülüğe asla dur diyemeyecek kadar iradesizdirler. Bizimle başlamayan ve bizimle son bulmayacak kötülüğe dur demek hayatın çok daha fazla anlamı olduğunu görmemize yarayacak ve kavrayışımızı açık tutacaktır. 
   Bu konuda Ouspensky'nin Ivan Osokin'in Tuhaf Yaşamı romanını okumanızı öneririm. Roman olarak çok güzel olmasa da farklı tekniği ve sonunda herkesin anlayabileceği bir önermesi olması, kitabı herkesin okuması gereken bir hâle getiriyor. Osokin'in geçmişe gidince her şeyin düzelebileceğini sanan, iradesiz bir insandır. Bir büyücü, ona bu isteğini gerçekleştirebileceğini söyler. Osokin kendisini kısırdöngüsel bir simülasyonun içinde bulur. 
   Zamanda ileri gitmeyle ilgili ise henüz dişe dokunur bir şey söylenebilmiş değildir. 
   Mesela zamanda ileri gittiğimizde şimdiki hâlimizle mi olacağız yoksa gelecekti hâlimiz ile mi? Eğer ileri gittiğimiz zamanda gelecekti (olgunlaşmış, gelişmiş) hâlimizle olursak dış dünyayı da gelecekti hâlimizle mi göreceğiz? Eğer zamanla biz değişiyorsak çevremiz de değişmeli. Yok çevremiz değişmeyecekse acaba gelecekte bizi bekleyen olayları bugünkü maddelerle yaşayabilmemiz mümkün mü? 
   Atatürk, 1938'de ülkenin kendinden sonraki durumunu görmek için bir şekilde geleceğe gidebilseydi Twitter'da kendisine küfür edenleri görebilecek miydi? Ancak Atatürk,  yaşamadığı bir geleceğe gidebilecek miydi? Bu soruyu geçmiş için sorabiliriz. Aslında var olmadığımız bir geçmişe ya da var olamayacağımız bir geleceğe nasıl gidebiliriz? Geçmiş için belki hologram kavramını kullanıyor ve görümtünün bir yerde yaşadığını iddia ediyoruz ancak henüz oluşmamız bir görüntüyü nasıl hologramla bile olsa tecrübe edebiliriz? 
   Demek ki gelecek bir yerlerde hâlâ inşa edilmeye devam ediyor. Gelecek dediğimiz şey, aslında bir inşa süreci. Bakıldığında oldukça da müphem. İnsan, belirsizliklerle yaşayamaz. Belirsizlik, kaygı durumuna vardığında çoğu ruhsal hastalığın sebebidir. 
   Zamanı üçe bölerek algılıyoruz: Geçmiş, şimdi, gelecek. 
  Geçmiş karanlık, gelecek ise müphemdir. Geçmişimiz her zaman için hatalarla doludur. O hatalarla o kadar ilgileniriz ki gelecekte de hatalarımızı tekrar edeceğimizi düşünürüz. Hep geleceği merak eder, yarın ne olacağını düşünürüz ama yakamızı geçmişte yaşadıklarımızdan kurtaramayız. 
   Gelecekte yaşayabilmek de mümkün görünmüyor. Böyle bir ruh hâlinde olan kimseyi de görmedim. Oysa son zamanlarda geçmişte yaşamak hem moda hem de ciddi bir hastalık. Son derece de mantıkdışı bir durum. 
   Geçmiş karanlık, gelecek ise müphem. Oysa şimdi? Bir saniye önce geçmişti bir saniye gelecek. 
   Belki geriye gidip değiştirebileceğimiz bir şey yok ama şu ânımızı güzel yaşayarak 1 saniye sonraya güzel bir hatıra bırakabiliriz. 
   Ânı yaşamaktan benim anladığım fevri davranarak başına gelen şeylere umursamamak değil yaşadığın ânı güzelleştirerek geleceğe güzel anılar bırakmaktır. 
   Dünyâyı beş duyu organımız ile algıladığımızı düşünüyoruz. Dil, tat almakla görevli. Dokunma, maddeyi algılamakla. 
   Bunlardan burun mekânda hareket hâlinde olan kokuyu fark eder. Kulak, sesi duyar. Ses de hareket hâlindedir. Göz ise ışık sâyesinde görür. Gözünün feri (ışığı) sönmek buradan gelir. 
   Maddeyi önce görürüz. Her maddeyi görürüz ancak her maddeyi koklayamaz, tadamaz ve duyamayız. 
   Gördüğümüz madde, bize dokunulacak kadar güvenli geldiğinde dokunma duyumuz devreye girer. 
   Burada gaza dokunmak ve gazı görmek üzerine de sorular sorabiliriz? Gaza gerçekten dokunabilir miyiz ya da gazı görebilir miyiz? 
   Bence dokunan gazdır. Mesela rüzgar da bir gazdır ancak rüzgarla olan ilişkimiz rüzgarın var olup olmamasıyla ilgilidir. Kendini hissettiren rüzgardır. 
   Gazı görmek mümkün değilse mesela bir hortumu nasıl görebiliriz? O hâlde gaz da kendisini gösterir deyip bu bahsi şimdilik kapatalım. 
   Zaman, elbette bir yerden başlıyor. Hâliyle bir yerde de son bulacak. 
   Zaman, insandan da önce de vardı. Bir anlam da ifâde ediyordu ancak insanla birlikte girdiği karşılıklı etkilişim zamanda muhakkak bir değişime neden olmuştur. Burada zamânın insan için ne olduğundan bahsedeceğiz. 
    Basit bir düzenek kuralım. Zaman, insan merkezli düşündüğümüzde şu üç kavramdan müteşekkildir: Işık, varlık, insan. 
   Bu üçü arasında da pozitif korelasyon vardır. Üçünden birinin yokluğu zamanı anlamsız kılar. 
   Bunu psikolojik düşündüğümüzde hayâtınızın merkezine aldığınız (eşiniz, aileniz vs.) kişinin yokluğu durumunda içine düştüğünüz boşluk budur. Madde, o değer verdiğiniz kişi olmuştur. Dolayısıyla boşluk, onun yokluğudur. 
   İnsan aldığı ışık nispetince görebildiği yol kadar yine kaynaktan gelen ışığın izin verebildiği kadar çevresindeki maddeleri kendince anlamlandırarak yoluna devam etmektedir. Bu anlamlandırma, her insanın kapasitesine ve algıda seçiciliğine göre değişebilmektedir. Kimi insan fıtrattan gelen bir özellik ile maddeyi daha geç ve daha ayrıntılı anlamlandırıken kimi insan yine geç ve daha yüzeysel anlamlandırabilir. Kimsenin duyularını anlamaya ve hissettiklerini tam olarak hissetmeye muktedir olmadığımızdan kimsenin, hayattan üzerine düşen payı almadığına dâir yargı bildirmeye de haddimiz yoktur. 
   O hâlde insan, çevresel faktörler (ışığın miktarı) ve zekâsı nispetince varlığa kendince anlam vere vere zaman denen oluşumda yürümektedir. Işığı çok olan; daha fazla yolu, daha az zamanda daha fazla yürüyerek gidecektir. Doksan küsür yaşında elindeki belgeleri heyecanla okuyan Halil İnalcık böyle bir insandı. 
   Her insan bu döngüye sâhiptir. Bu döngüler birleşerek daha büyük döngüler, daha büyük döngüler birleşerek daha büyük döngüler oluştururlar. Sudaki halkalar misâli... O hâlde mikro ve makro anlamda birçok zamânın varlığından bahsedebiliriz. 
   Zamanın hızını o zamanda yaşanan olaylar belirler. Yoğun geçen bir günün nasıl geçtiğini anlayamayız bile. Oysa evde kaldığımız karantina günlerinde zaman bir türlü geçmek bilmez. 
   O hâlde hızlı olan insan değilmiş. Aksine dinamizmin tam ifâdesi olan zamanmış hızlı olan. 
   Mesela 19.yy'da zaman, çok hızlı ilerler. Değişim, dinamik demektir. Değişimin -olumlu veya olumsuz- olduğu her devirde zamanın hızı otomatik olarak artmak durumundadır. Zaman ve değişim arasında doğru orantı bulunmaktadır. Zâten 19.yy da birçok değişimin yaşandığı bir devirdir. Bu devir de Doğu'yu temsil eden Osmanlı ile de Batı'nın arasının son derece hızla açıldığının ispatlandığını görüyoruz. 
   Yine Türk ve dünya tarihinde çok önemli bir yeri hâiz olan 16.yy (Bak. Umberto Eco) zamânın hızla aktığı devirlerdir. 
   Zaman dinamik olmaya, dinamik olan da değişken olmaya muhtaçtır. Zaman; aşındırır, yaş aldırır. Değişim zamanla gelen son derece doğal bir durumdur. 
   Devrim, olmuş bir değişimi çok daha radikal ve sürekli yapıp önce devlet vatandaşlarına sonra dünyayı bir vatan olarak görüp tüm dünya vatandaşlarına benimsetmek için yapılan eylemdir. 
   Sonunda yapılan devrim, korunmaya gereksinim duyar ve insanları sistemi korumak amacıyla muhafazakarlaşmaya davet eder. Sistemin bir şekilde mutlu ettiği insanlar muhafazakâr veya tutucu olurken, arayış içerisindekiler ve sistemin bir şekilde mutlu edemedikleri devrimci olur. 
   Zaten varoluşsal olarak belirleyici olan zaman karşısında hükmümüz nedir? Acaba biz durmak istediğimizde zaman bize bu şansı tanır mı? 
   Elbette tanır. Tanıdığında ise kendimizi zamanın dışında buluruz. 
   Yani "Durun, yavaşlayın, düşünün." demek kimsenin kimseye haddi değildir. Kimse canı istediğinde duramaz veya yavaşlayamaz. Akıp giden zamanda durmak, belki geçmişte yaşadıklarımızı daha iyi kavramamızı sağlar ancak gelecekte yaşayacaklarımızı kaçırmamıza sebep olur. Üstelik geçmişi doğru yorumlayabileceğimiz de nereden bellidir? Geçmişe odaklanıp geçmişte yaşadığımız olayların sayısız varyasyonlarını düşünmek pratik olarak bize ne kazandıracaktır? 
   "Düşünün!" demek ne anlama gelmektedir? Modern hayat, insanı düşünmekten alıkoymuyor. Aksine yalnızlaştırdığı için daha çok düşünmeye sevk ediyor. 
   Bir sorun tespiti ortaya koymak gerekirse modern insan çok düşündüğü, bir şeyleri çok kurcaladığı için mutsuzdur. Modern insan kendisiyle çok fazla baş başa kalmaktadır. 
   Burada kast edilen eğer istendik yönde bir düşünmeyse kimsenin tercihlerine veya düşünmesine müdahale etmemiz doğru olmaz. 
   "Durun, yavaşlayın, düşünün..." 
    Ne de ölmeye ikna eden, çeldirici bir söz...
   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkülerin Söyledikleri: İki Şeye Pişman Olan Ağasarlı Cayan Hüseyin

Türk Düşüncesi: 2023 Sath-ı Mailine Girerken...

Tolgahan'ın Gözlüğü: Acı Çekmek