Edebi İzlenimlerim: Yazık Oldu İsmail Efendi'ye

    
   Edebiyat... Farklı bir uğraş... Belki herkesin gençlik yıllarında düşmesi gereken bir bataklık. Veya zehirli bir sarmaşık...
    İnancıma göre insana bir şey yaptırılır, insan bir şeyler yapar ve önünde bir yol oluşuverir. İçerisinde bulunduğu muhit, onu gizliden gizliye bu yolda besler. Görünürde önüne engeller çıkarır. İşte insan, görünür ama eften püften engelleri aşabilirse görünmeyen ama gerçek desteklerle yüzleşir. 
   İlk şiirimi yazdığımda 8 yaşımdaydım. Merkezi Erzurum veya Erzincan civarlarında olan bir sarsıntı, bizim kasabayı da vurduydu. Deprem sırasında yaşadıklarımı kaleme alan bir şiir yazdığımı hatırlıyorum güzel yazı defterime. "Kestaneler sobanın üzerinde" diye başlayıp önce içinde bulunduğum odayı ve daha sonra içinde bulunduğum durumu çocuk aklımla anlatmaya çalışmıştım. 
  O zamanlar daha çok bilimle uğraşmak istiyordum. UFO avcılığına soyunmuş, evrenin yapısını anlamaya çalışıyordum. Öyle ki bu gizemli bilim adamı tavrım ve uyumsuz hâllerim henüz ilkokulda bana "Harry Potter" lakâbını kazandıracaktı. Ancak çok okuyor, çok çalışıyor ve çok yalnız kalıyordum. Yalnızlığım biraz zarurî, biraz da keyfîydi. Aslında o zamandan belliymiş nasıl olacağım da anlayamamışlar işte. Okumaz, adam olmaz, çok hırçın, uyumsuz, tutuk, aşırı sessiz demişlerdi benim için. Birinin dediği öbürünün dediğini de tutmazdı hani. Hırçın mıydım mesela çok mu uysal? Hattâ çoğu hocam beni aptal yerine koyardı da güyâ ben de onları kaale almayarak onlarla alay ederdim. Facebook'un yeni yeni popülerleştiği bir dönemde Din Kültürü hocam birkaç öğrenciyle otururken alaylı bir şekilde beni yanına çağırmış ve "Tolgahan, Face ne oluyor?" diye sormuştu. Ben de "İngilizcede yüz demektir." diye cevaplamıştım. Yine bir gün aynı hocam yağmurlu bir günde ıslanmamak adına evime koşarken arabasıyla yanımdan geçerken öyle acınası bir bakış atmıştı ki bana henüz 13 yaşındaki ben varoluşumdan utanmıştım. 
   Okumayı ve yazmayı çok geç sökmüştüm. Kalem bile tutamıyordum başlarda. Sınıfın en arka sırasında okulun daha ilk haftalarında "piskopat" damgası yemiş bir çocuktum. Aslında okuyordum ama belli etmiyordum. Daha doğrusu ilkokul öğretmenim benden çok erken umudunu kestiği için alfabeyi bitirmiş hattâ 10 kitaplık Atik Ali serisinde sona gelmiş olmama rağmen benim 2-3 aylık dönemde böyle büyük bir iş başardığımın farkına varamamıştı. 
   Henüz 8 yaşımda Aziz Nesin okumaya başladım. O dönemler kıraathanelere "kitaplık" zorunlu hâle gelmişti de sağdan soldan kitap toplanarak bizim kıraathaneye 30-40 kitaplık bir dolap yaptırılmıştı. Hikâye kitaplarını bitirince önceleri vermek istemedikleri, ağır gelir dedikleri Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun Çağlayanlar'ını okudum. Sonra "E ama yuh artık, bu da olmaz." dedikleri ama dinletemedikleri Aziz Nesin okumam böyle başladı. Sonraları bütün kitapları bitirince eski yeni ne varsa Trabzonspor dergilerini okudum. Kitap almak, kütüphane yapmak istedim. Aldılar da, okudum da. Bir dedemden La Fontaine, İmam Gazalî, diğer dedemden Meydan Larousse miras kalmıştı. Ne buldumsa okudum ben de.
   16 yaşımda aile ekonomisini destek amacıyla kahvede çalışmaya başladığımda eski hâlimden eser yoktu. Ya da en azından ben, öyle sanıyordum. O zamanlar rap müzikle uğraşıyor, edebiyatçılıkta kademe atladığımı düşünüyordum. Duyduklarım aynı, formum farklıydı. Bir zamanlar kitap almak için geldiğim bu kahveye, şimdi garson olarak ayak basmıştım. Günler geçerdi, haftalar geçerdi. Çoğu emeklilerden oluşan sabırsız müşteriler karşısında sık sık hata yapıyor, azar yiyor, eziliyordum. Ne zaman ortalık sakinleşse o arada içimden mısralar dökülürdü. Koskoca bir yaz tatili boyunca kendi yaş grubumdan kimseyle doğru dürüst muhatap olamadığımdan iyice içime dönmüştüm. Aşırı duygusallaşmıştım. Yorgundum, bu yüzden de üzgün. Asla olmayacağım, uyum sağlayamayacağım bir yerdeydim. 
   Sık sık dinlediğim Ozan Manas, derdimi bana anlatıyordu. Geceleri dolunaya/Bir bardak demli çaya/Vurulmuş tutulmuşum/Gözleri elaya... Yalnızca bir değil benim için bütün ela gözler dertti içime. Karacaoğlan misali dağ, taş, tepe gezmek istiyor; ben de türlü güzellere şiirler yazmak istiyordum. "Ela Gözlerini Sevdiğim Dilber" diye başlayıp aşkın en dertli ama en zevkli hâlini gözler önüne sermek istiyordum. Arzu ettiğim hayatın ulaşamamanın verdiği üzüntüyü çay ve sigarayla bastırmaya çalışıyordum. Zaten burada çalışmam da bir gün bu hayatı yaşayabilmekti doludizgin. Hayallerimden vazgeçmemiştim. Sadece hayallerimin olmayacağını gördüğüm anda daha büyük hayaller kurmaya başlamıştım. 
   Zamanla alıştım elbet. Artık ben de o kahvehanenin sakini ve sahibi olmuş, kendimi kabul ettirmeyi başarmıştım. Her ne kadar para kazanmak beni mutlu etse de bir yerden sonra tatmin etmiyordu. Bu yüzden radikal bir karar alıp okumalıydım. Matematiğim kötüydü, edebiyata yeteneğim vardı. Üstelik millî-muhafazakâr anlayışla yeniden şiir yazmaya başlamıştım. Ardından nesirde de kendimi geliştirmeye başlamıştım.  
   Lise yıllarımda beni Orhan Veli'ye benzetirlerdi. Donuk bakışlarım, uzun ve ince vücudum, saçımın kenarlarındaki açıklık, rahat tavırlarım, henüz 17 yaşlarımda kendi "Aşk Resmi Geçidi"mi yazacak kadar hovarda olmam... Bunların hepsi beni de Orhan Veli'ye ısındırıyordu. Sonra onun "Kitâbe-i Seng-i Mezar"ı... Gerçekten bu şiiri yaşamıyor muydum ben? O, "Yazık oldu Süleyman Efendi'ye" demişti. Bense günün birinde "Yazık Oldu İsmail Efendi'ye" diyecektim. Ellerindeki nasırlar, Allah'ın adını fazla anmaması ama kimseye de zarar verecek günah işlememiş olması bunlar tam İsmail Efendilik şeylerdi.  
   Çirkindi ama umrunda da değildi. O yaşlarda ben aynanın karşısına geçmeye utanırken o, özenle tarardı pala bıyıklarını. Kendini bildi bileli garsonluk yapıyordu. Okuma yazması vardı elbet. Çalışmadığı günler, çayını da alıp dikkatlice ama üst düzey bir devlet görevlisi edasıyla okurdu gazeteleri. Bulmaca çözmeyi severdi. O kadar az şey bilmesine rağmen konuşacak o kadar şeyi, o kadar muhatabı vardı ki hayret ederdim. 
    Ne Atsız bilirdi ne Marx ne de Topçu. "To be or not to be" desem öylece bakardı yüzüme. Kimin çayı, nasıl içtiğini çok iyi bilirdi ama. Bir kere birine çay verse onun nasıl içtiğini unutmazdı. Hattâ 15 yıl sonra kasabaya gelen bir müşterisine aynı çayı verdiği söylenirdi. Övüldüğünde çok mutlu olur, yüksek sesle bir kahkaha atardı. 
   Kendisiyle iş dışında konuşacak pek fazla bir şeyimiz yoktu. İçten içe onun o "Süleyman Efendi" olduğunu biliyordum ama ona bunu nasıl anlatabilirdim ki? Yine de benimle konuşacak bir şeyler bulmaya çalışır, belki o çay ocağında muhatabım olmadığını gördükçe acırdı bana. Işte orada, okunan onca kitabın hiçbir hükmü yoktu. İşte orada bana "Lili" diye seslenen bu ihtiyar, benden kat be kat üstündü. O, bana her "Lili" diye seslendiğinde Sezai Karakoç gelirdi aklıma. "Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'in." derdim içimden. İsmail Efendi, bana her çağırışında ekmeğin ekmek olduğunu hatırlatırdı. 
   İsmail Efendi'yle son zamanlarımız pek iyi geçmemişti. Sebebini tam hatırlamasam da aramıza hiç olmadığı kadar bir soğukluk girmişti. Üniversiteyi kazanmıştım, buralardan gidecektim. Onun deyimiyle kendimi kurtarmıştım. Onun da teşvikiyle ekmeğimi yiyeceğim işimi bulmuştum. Yoksa bir kere söz verdirmişti bana. "Bu kahveciliğin ekmeğini yiyenin..." dedirtmişti. 
   Acaba ben giderken ne düşünmüştür arkamdan? Bilemem, kimse bilemez. İhtiyar, sevmezdi duygularını belli etmeyi. Herkes onu duygusuz sanardı ama öyle değildi işte. 
   3 yılımı verdiğim, hayatı öğrendiğim çay ocağına ve İsmail Efendi'ye son kez bakarken içimden İsmail Efendi'nin söyleyemediklerini Sezai Karakoç'un lisanından söylüyordum: 
 ...Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
    Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
    Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
    Sen istesen de taş yürekli olamazsın
    Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
    Demek gideceksin, arkana dönüp       
    bakmayacaksın
    Hangi kuş hangi şafakta ölecek  
    görmeyeceksin
    Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
    Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
    Sen daima sultanlar sultanı olursun Lili
    Demek sen gidiyorsun Lili...
    Orhan Veli'yi tanıdığım günden beri benim için zaman hep tersine akmıştır. Benim için o gün İsmail Efendi ölmüş, kahve duvarına resmi asılmış, altına da el yazımla "Ölüm, Allah'ın emri/Şu ayrılık olmasa" yazılmıştı çoktan. Sezai Karakoç neden Liliyar dedi, İsmail Efendi nereden çıkardı bu "Lili" hitap şeklini bilmem ama tesadüf de değildir diye düşünüyorum. 
   İsmail Efendi 6 Mayıs 2021 günü öldü. Geride borçlu oldukları affetsinler. Alacağı zaten yoktur zavallının. Bugün 7 Mayıs'ta öğleden sonra gömüldü. Yıkandı falan işte. 
   Bu yazdıklarımdan haberin olur mu bilmem.. Teşekkür ederim kattıkların için...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkülerin Söyledikleri: İki Şeye Pişman Olan Ağasarlı Cayan Hüseyin

Türk Düşüncesi: 2023 Sath-ı Mailine Girerken...

Tolgahan'ın Gözlüğü: Acı Çekmek