Eğitim ve Öğretim'e Dair: Pedagonazi Nedir?

   
   Modern hayat, insanlara büyük kolaylıklar sağlamayı vadetti. Medeniyet dediğimiz şey; insanın vahşi doğa şartlarına karşı bedeninden ziyade zihnini kullanması, somut olandan ziyade soyut olanı kavrayabilmesidir. 
   Örneğin din, kolaylaştırmayı tavsiye eder çünkü dinler, medeni yaşamın ta kendisidir. Evrim, insanların vahşi doğalarını insanlara yeniden tanıtırken din, yüzyıllar boyunca insanlığa, insanın vahşi yanını unutturmaya çalıştı. Din ve evrim arasındaki çatışma tam da bu yüzdendir. İkisi arasında birbirini yalanlama, birbiriyle çatışma yoktur. Pekâlâ bir din adamı, evrim teorisinin "doğru" olduğunu düşünebilir. Burada asıl sorun, medeniyetin, "iyi" ve "güzel" olduğuna kitleleri ikna edebilmektedir. Nitekim, dinler de inanılması için vardır. Buna göre din de evrim de iki farklı yol gibi görünüyor. Dinin yolunu tutanlar soyut olanı arzulayıp vahşi doğasına karşı kontrolcü bir tutum içerisine girerken evrimin yolunu tutanlar, somut olanı arzulayıp dinin vadettiklerine kulak asmayarak bu dünya için çalışmaktadırlar. 
   
   Medeniyetin çıkış noktası din iken 1789'u miladı olarak kabul ettiğimiz Modernizm, dinden uzak bir medeniyet tahayyülü içerisindedir. Bu medeniyet tahayyülü başlarda laik veya seküler bir yapıda olup gittikçe dinin tamamen dışında kalan bir noktaya evrilmiş, sonunda da kendine yapay, bozuk bir kent dini icat edivermiştir. 
   İnsanlar henüz medeniyet oluşturmaya başlamazdan evvel insanları bir medeniyet teşkil etmeye sevk eden ortak amaç, birbirine daha yakın olarak vahşi doğa şartlarına karşı korunmak, yani refah seviyesini artırarak daha uzun süre yaşamaktı. Modernizm ise kurulan bu yerleşkeleri büyütüyor, insanı vahşi doğasından tamamen ayırarak belirli bir sınır içerisinde kendi vahşi doğasını oluşturmaya çalışıyordu. Bu durumda mevcut şehir merkezi yetmeyince kent büyüyor, kent büyüdükçe de insanlar aynı çemberin etrafında birbirinden uzaklaşıyordu. 
   Evet, belki insan vahşi hayvanların tehlikesinden kurtulmuştu ancak onu yetiştiren doğaya da yabancı hâle gelmişti. AIDS vürüsü, Amazon ormanlarına girildikten sonra tüm dünyaya yayılmıştı. Modernizm'in tasdiki olan 1. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan İspanyol Gribi ile kendini gösteren Koronavirüs, ilerleyen yıllarda birçok kez etkisini gösterecekti. Teknolojinin gelişmesiyle hijyen de gelişmiş, geleneksel dönemde toplu ölümlere yol açan birçok hastalık yenilmiş ancak bu sefer doğa, modernizmin ürettiği hijyen koşullarıyla bile önüne geçilemeyen başka bir virüsü modern şehre yollamakta tereddüt etmemişti. 
   
   Dünyaya karamsar bir gözle bakan çoğu insan, bu çağın oldukça rekabetçi yapısından dem vurarak günümüzde yaşamın oldukça "zor" olduğundan bahsediyor. Tarihte hem lokal hem de küresel anlamda kriz devirleri oldukça fazla olup bugün idrak ettiklerimiz de yalnızca onlardan biridir. 
   Sorun şu ki modern ve medeniyetçi masallarla yıkanmış zihnimiz, gerçek (doğal) ile uydurma (yapay) arasındaki farkı ayırt edemiyor. 
   Gerek futbolda gerek edebiyatta gerekse sosyal ilişkilerimizde sırf modern olduğu için bir şeyleri "iyi" kabul ediyor, onları denemekte ısrar ediyoruz. Çağı yakalamak elbette önemlidir ama sırf başka bir insanın sonradan uydurduğu davranış biçimleri veya uygulamaları, sonraki kuşaklara aktarılacak diye bireyin kendisi neden eziyet çeksin ki? Sırf ileride doğru sonuç getireceğini umduğumuz bazı davranışları, bugün biz zarar gördüğümüz hâlde neden hâlâ uygulamaya devam edelim ki? Üstelik bu, doğal olan koşullara bir başkaldırı hareketi iken! Su akıp kendi yolunu bulacaktır. Derenin kenarına ev yapmak, göz göre göre kendini öldürmekten başka bir şey değildir. 
   
   Z kuşağı, yetiştiricileri X ve Y kuşağı tarafından belki de en çok bu "kolaylık" meselesi yüzünden eleştiriliyor. Oysa henüz ınga bebeklikte eline tablet vermekte herhangi bir beis görmeyen aileler, mazbut ve muhafazakâr Türk ailesi olarak görülüyor. Başından beri kendi başına hiçbir şey yapmasına izin verilmeyip her işi kolaylaştırılan koca bebekler için konfor ve rahatlık tabiî ki bir din olarak sayılacaktır. 
   Oyun oynamak, keşfetmek, yaramazlık yapmak hattâ bağırmak çağırmak, abuk subuk konuşmak bir çocuğun en büyük hakkıdır. Çünkü o bir çocuktur! Buradaki ince nokta, henüz çocuk bakmaya hazır olmayan bir anne ve babanın sırf başarabildiklerini tüm dünyaya kanıtlamaları için erken yaşta çocuk sahibi olmalarıdır. İşi nedeniyle çocuğuyla ilgilenemeyen anne babalar aslında bir kültür aktarıcılığı rolünü yerine getirmemiş oluyor. Bu kültür aktaracılığından yoksun çocuklar da gidip en dandik dünya görüşü veya ideolojiyi benimseyip yürüyen birer toksik hâline geliyorlar. Kendine güven konusunda X kuşağı tarafından sürekli yaralanmış Y kuşağı ebebeynleri, değişen dünyayı da kavrayamadıklarından modern dünyaya karşı bütün arızî hislerini çocuğuna yansıtıyor. 
   Günümüzde oldukça forslu kavramlar olan psikoloji ve pedagoji, bu disiplinleri ahmakça kullananlar tarafından mahvediliyor. Buna psikologlar ve sözümona para simsarı pedagoglar da çanak tutuyor. Aman şöyle mi yapsak böyle mi diye çocukları deney faresine çeviren anlayışlar, asıl "sorunlu" insanların yetişmesine sebep oluyor. 
   
   Çocuk; yetişirken elbette yaralar alacak, elbette içinde kalan şeyler olacak, elbette acı çekecek, ağlayacak, üzülecek, terk edilecek, başarısız olacak, hata yapacak. Tüm bunlar oldukça insanîdir. Önemli olan, hatalarından ders çıkarmak falan da değildir. Sürekli denemek ve en sonunda kendi doğrunu açığa çıkarabilmektir. Yanlış anlaşılmasın, ortaya çıkarılan doğru da çevreden bağımsız değildir. 
   Eğitim konusunda her şeye muhalif, ders kitaplarını incelte incelte sıfır bedene indiren, ders içeriklerini kısırlaştıran ve artık okulları, fuzulî bir kurum hâline sokan bu garip pedagonazi, otoriteye güvensizliği de artırmaktadır. 
   Gün geçtikçe sorumluluk alabilecek, liderlik vasfıyla donanmış insanların azaldığından yakınıyoruz. Mevcut liderlerin birçoğunun da liderlik vasıflarının tatmin edecek düzeyde olmadığını görüyoruz. Bunun en birinci nedenlerinden biri de bu pedagonazist tutum ve davranışlardır. Çocukluğunda sorumluluk aldırılmayan bireyler, ilerleyen yaşlarında her fırsatta sorumluluk almaktan kaçacak veya zorla üzerine aldığı sorumluluklar ona çok ağır gelecektir. 
   
   Kurumlar, kişilerden üstündür ancak kişiler de yaptıkları eylemlerle, iyi veya kötü, bir şekilde mensubu bulundukları kurumu temsil eder. Sorumluluk alamayan bir kurumun mensupları bırakın doğru karar vermeyi, karar dahi veremezler. 
   İnsan zekâsının yerini yapay zekâya, insanın yerini robotlara bırakabileceğinin tartışıldığı bugünlerde otoritenin yapay zekâya veya robotlara teslim edilmesi zorunlu bir sonuç olacakmış gibi duruyor. Trafik denetimlerinde mobeseli ceza sistemi, futbolda VAR teknolojisi, insansız hava araçlarının ve hattâ insansız metroların yaygınlaşması buna en iyi örnektir. 
   İnsanın elinden hata yapma lüksü alınınca sorumluluk alabilme insiyatifi de yok olur. Beşer, şaşar demişlerdir; beşer, karar veremez veya fikri olmaz dememişlerdir. 
   
   İnsanın verdiği mücadele azaldıkça hayat konforu artmaktadır. Birileri bizim adımıza bu hayatı istemediğimiz şekilde konforlu kılmak için muhtaç bırakmaktadır. Hayat konforu artan insan kendi içine daha çok dönebilmekte ve insanın oldukça "kirli" ve "kompleks" olduğu söylenen iç dünyasını ortaya çıkarırken psikoloji ve pedagojiyi de ön plana çıkarmaktadır. Buna karşılık icat ediliveren bu ihtiyaçlar bizi psikolog ve pedogoglara mecbur bırakmaktadır. 
   Bir kere insanın iç dünyasının kirli olduğu düşüncesi, Hıristiyanlık altyapısı olan bir düşüncedir ki Uzak Doğu inançları bu problemi çoktan çözmüştür. Temelde içinin kirli olduğuna inandırılan modern insan, içindeki sorunları bir türlü hâlledememekte ve asıl yapması gereken işlerden ve vasıflarından mahrum kalmaktadır. 
   
   Elbette henüz ilkokula giden bir çocuğa integral öğretilmesi doğru değildir. Elbette pedogoji son derece kıymetli bir alandır ama bacasız sanayi hâline gelen eğitimde her şey öğrencilere kolaylaştırılmaya çalışılırken aslında hiçbir şey öğretilemiyor. Batıda integral lise düzeyinde okutulmuyorsa bizde de toptan kaldırılmalıdır. Her şeyden biraz kırptığımızda basitleştirmiş olmuyoruz, bilgisiz bırakmış oluyoruz. 
   Avrupalı öğrencisine üniversite sınavında Zamandan kaçmak mümkün müdür, kanunlar bizi mutlu eder mi şeklinde sorular sorarken biz her sene felsefe ders kitaplarını kırpıyoruz. Peki bir öğrenciyi bilgisiz bırakmak, yarınları karartmak ne kadar pedogojiktir!
   Bu durum olsa olsa trajiktir! 
   
   Öğretmenin yöntemi doğru veya yanlış olsun, hiçbir üçüncü kimsenin dersin işlenişi ile ilgili direktif verme hakkı da yetkisi de yoktur. Modern eğitimde işleyiş, öğretmen ve öğrencinin fikir alışverişiyle belirlenir. Bu süreçte veli veya pedagoglar bulunmamaktadır. 
   Pedagonazi olarak adlandırdığımız durum, tam da burada ortaya çıkmaktadır. Pedogonazi; belirli bir kaynak kişinin sırf modern diye mutlak doğru kabul edilen eğitim-öğretim ile ilgili veya ilgili olduğu düşünülen her türlü eylem, fikir, araç-gerecin eğitim ve öğretim sürecine katılmasını dayatıp öğrenci merkezli eğitimin, öğrenci-veli baskıcı eğitime dönüşmesi, genellikle bir kişinin konforu için grubun konforunu tehlikeye atmak ve ilgili kişinin kayırılmasını, bazen belirli bir durumundan ötürü pozitif ayrımcılık yapılmasını talep etmektir. 
   
   Özellikle özel okullarda sıklıkla karşılaştığımız bu durumun önüne geçilemez ve öğretmenler itibarsızlaştırılmaya devam edilirse başta okul-öğrenci-veli üçgeninde, daha sonraysa sosyal hayatta çeşitli sorunlar bizi bekliyor olacaktır. 
   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkülerin Söyledikleri: İki Şeye Pişman Olan Ağasarlı Cayan Hüseyin

Türk Düşüncesi: 2023 Sath-ı Mailine Girerken...

Tolgahan'ın Gözlüğü: Acı Çekmek