Eğitim ve Öğretim'e Dair: Helikopter Öğretmenlik

   
   Helikopter aile, helikopter ebebeyn ya da helikopter anne ve helikopter baba; kavram dünyamıza 2010'lu yıllardan sonra girmiştir. 
   Buna karşın ilgili kavram, ilk defa Foster W. Cline ve Jim Fay tarafından bir çocuğun annesi için "Kafamda helikopter gibi dönüp duruyor." şikâyetiyle 1990 yılında “Parenting with Love and Logic: Teaching Children Responsibility” kitabında kullanılmış. 
   Kafalarını pedagojiyle bozmuş bilinçli annelerimiz ve bu pazarı keşfeden psikologlarımız, özellikle son birkaç yılda işi, içinden çıkılmaz bir boyuta taşıdı. 
   Benim edebiyat ve nitelik söz konusu olduğunda her zaman söylediğim bir şey vardır: Artık kendini ifade edemediğini düşünüp bir şekilde bir uğraşıyla kendini ifade etme derdinde olan, sürekli okuyan, araştıran, gözlem yapan, sosyal meselelerle ilgilenen insanlar edebiyatla uğraşmıyorlar veya uğraşmak istemiyorlar. Çünkü hızlanan ve sözün bir önemi olmadığının anlaşıldığı, insanın kuldan bireye dönüşmesiyle varoluşsal sancıların edebiyatla tanımlanamadığın fark edilmesi, başta dînî metinler olmak üzere hiçbir sözün şifa getiremeyeceğinin tecrübeyle sabitlenmesi insanları kılışa yöneltti. Ki zaten modern insan, yazdığı ve verdiği sözlerin arkasında duracak ne potansiyele ne de imkâna sahipti. Bu yüzden kendini ifade etmek isteyen birçok insan vine veya uzunluğu en fazla 2-3 dakika olabilecek kısa videolar hazırlıyorlar. Aykut Elmas, Überküloz nickli Berk Keklik ve Deniz Cengiz bu türde içerik üreticilerinden sadece birkaçı. 
   Edebiyat eserleri; henüz telefonu, sosyal medyayı bile doyurucu bir şekilde işleyememişken bu tür kısa videolar hem çok kısa bir süre içerisinde binlerce insana ulaşıyor hem de insanları güldürürken topluma ve dünyaya dair önemli tespitler yaptırıyor. 
   Freud, Oedispus ve Electra komplekslerini eski Yunan tiyatrosundan almıştı. Bilinçaltını ise Dostoyevski sayesinde kesbetmişti. Daha önce Şeyhlik Kompleksi üzerine yazdıklarımı özellikle Bir Başkadır adlı Netflix dizisinden ilham almıştım. Bugün helikopter öğretmen kavramını ortaya atmamı sağlayan, Deniz Cengiz'in Atakan'ın Annesi rolünü canlandırdığı skeçleridir. Çünkü Deniz Cengiz skeçlerinde helikopter anneyi canlandırırken öğretmenden de helikopter rolü üstlenmesini bekliyordu. 
   Her ne kadar bize çocukluk yıllarımızda söyletilen: "Öğretmenim, canım benim, canım benim/Sen bir ana sen bir baba/ Her şey oldun artık bana" sözleriyle öğretmene, ebebeyn vasfını yüklemekte sorun görmesek de bu durum son derece zararlı ve hastalıklı sonuçlar doğurabilir. Bir kere bir insanın hem anne hem de baba olmasının imkânı yoktur. İkinci olarak öğretmen, öğretmendir. Rehberdir ve ilkokul öğretmenim Uğur Türkyılmaz'ın derslerinde hep söylediği ve öğretmen olmaya karar verdiğimden beri 1 numaralı ilkem olan "Hazır balık veren değil balık tutmayı öğretendir." Ebebeyn ise çocuğa, hayatının bir dönemine kadar hazır balık vermek zorundadır. Toplumsal rollerin birbirine girmesi birtakım aksaklıkları  beraberinde getirir. Ebebyninden sevgi alamadığını düşünen bir çocuk, bu sevgiyi arkadaşlarından ya da eşlerinden karşılamaya çalışabilir. Hayatının bir döneminde ciddi şekilde yalnız kalıp bunu mesele hâline getiren biri eşlerine, arkadaşı gibi davranmaya çalışabilir. Oysa her toplumsal rol; belirli bir ortamda, belirli kişi veya kişilerle, belirli zamanda oyananmak için vardır. Arkadaş başka, eş başka, ebebeyn ise başka bir sosyal ihtiyacımızı karşılar. 
   Bir diğer ciddi problemin, ebebeynlerin kendi travmalarına bağlı olarak çocuğuna kendi hayatıyla ilgili kıyas yapmasıdır. "Ben çocuğuma, asla babamın davrandığı gibi kötü davranmayacağım/ Asla babam gibi kötü bir baba olmayacağım." veya "Biz çocukluğumuzu yaşayamadık, çocuğum yaşasın." şeklindeki yaklaşımlar oldukça zehirlidir. Ebebeynin bu zehirli düşünceyi, çocuğuna direkt söylemesi büyükanne veya büyükbabanın da çocuğun gözünde küçük düşürülmesine ve çocuğun üstüne hiç yüklenmemesi gereken bir sorumluluk yüklenmesine neden olduğu da gözlemlenmektedir. 
   Bir kız çocuğunun örnek alacağı ilk kişi, annnesi; bir erkeğinse babasıdır. Aslında Z kuşağının Y ve X kuşağıyla bir bağlantı kestiği, anarşist takıldığı gibi bir durum yok. Modern hayat, geniş aileye imkân tanımıyor. Üstüne bir de yukarıda verdiğimiz imkân karşılaştırmasıyla Z kuşağı önce X kuşağına yabancılaştırılıyor. Sonra aşırı korumacı anne baba tutumu, çocuğu hem dış dünyaya hem de kendi içine yabancılaştırıyor. Bunun sonucunda ortaya üç yaşında bir çocuk olmaktan öteye gidemeyen insanlar çıkıyor. Bir çocuk nasıl yetiştirilirse öyle yaşar. Suç burada Z kuşağında değil Z kuşağını yetiştiren X ve Y kuşağında. 
   Her şehirde en az bir üniversitenin olduğu ve bu üniversitelerin de Fen- Edebiyat fakültesi olmasının zorunlu tutulduğu bir yer ve üstüne üstlük Pedagonazi'nin tavana bir dönemde elbette istendikten fazla şekilde mezun öğretmen var. Devletin kaynaklarını mega projelere aktarması mevcut ekonomik krizle birleşince MEB, ihtiyacı olsa bile öğretmen alımı yapamıyor. Dolayısıyla çalışmak isteyen öğretmenler, özel okul ve dershanlere akın ediyor. Eskiden Mili Eğitim'e bağlı kurumlarda uzun yıllar çalışarak "iyi" olduğunu ispatlamış öğretmenlerin yer aldığı özel okullar; atanamamış, atanmayı bekleyen veya atanmaya dair umudu kalmamış öğretmenlerle dolu. Bu insanların hemen hepsi öğretmenliği gerçekten yapmak istiyor ve öğretmenlik dışinda bildikleri meslek yok. Özel okullar birer "kâr amacı güden kuruluş" olduklarından en ucuza en yüksek performans veren öğretmeni tercih ediyor. Deniz Cengiz'in skeçlerinde olduğu gibi helikopter anne babalar da kendilerine benzeyen, yeri geldiğinde çocuğa ebebeynlik yapabilecek bir öğretmene seve seve evet diyecekleri için mevcut öğretmen profili de helikopterleşmeye başlıyor. Bu, bacasız sanayi hâline gelen eğitimin arz-talep dengesince oluşan bir durumu. Çünkü anne de baba da çocuklarına daha iyi bir gelecek sunmak adına fazla mesai yaparken çocuğuna geçici olarak kendisi kadar anne ve babalık yapacak birine ihtiyaç duyuyor. 
   Dünya, oldukça kalabalık bir yer. Başka sektörler için konuştuğumuzda bu kalabalıklık ve opsiyonların oldukça fazla olması insana verilen değerin düşmesine sebep olabilir ama öğretmene verilen değerin düşmesinin başat etkeni, bilgiye kolaylıkla ulaşılabilecek bir medeniyet seviyesine erişmiş olmamızdandır. Bilgi toplumunda yaşamın devam edebilmesi adına bilgi sunan kaynaklar çoğaldıkça bilginin kaynağına verilen değer de azalıyor. Öğrenci, dersi dinlemese bile o dersi internetten telafi edebileceğini biliyor. Olmazsa sırf ona özel ders verebilmek için can atan birçok öğretmenin olduğunu da biliyor. Öğretmen, bu durumda mecbur tutulduğu için öğrenci eğer isterse öğretmenin konuyu defalarca anlatacağını biliyor. Içinde bulunduğumuz kültür ortamında otorite; kötü, otoriteye karşı olmak kahramanlık olarak algılandığından öğretmen bir sınıfta kural koyacak en son kişi oluyor. Öğrencilerin koyduğu tek kural ise sözde kuralsızlık oluyor. 
   
   Bu duruma fakülteler ve akademisyenler de seve seve uyum sağlamış gibi görünüyor. Akademisyenlerin en büyük eksikliği de zaten gerçek hayatla aralarının oldukça açık olması. Bilgisizliğe tahammül edemiyorlar, halkla konuşamıyorlar. Eğitim Fakültesi öğrencilerinden maket yapmalarını, öğrencilere oyunlar oynatarak, çeşitli anlatım yöntemlerince ders anlatmasını salık veriyorlar. Bu kadar oyun için gerekli malzemenin ve yerin nasıl sağlanacağıyla ilgiliyse bir fikirleri yok. Mesela oyun çağını çoktan geçmiş lise öğrencisine oyun oynatarak nasıl öğretim yapılacağıyla ilgili söyleyecek sözleri yok. Oysa lise öğrencilerimizle ilgili gerçek, 3 öğrenciden 2'sinin okuduğunu anlamadığı. Akademi, bu verileri değerlendirip bu verilere göre bir çözüm üretmeye çalışsa daha şık olmaz mı? 
   Balık meselesine geri dönecek olursak bugünün taze öğretmenleri, bırakın hazır balık vermeyi, öğrencilere balık kapsülü ikram ediyor. Âdeta bir bilgi bankası konumunda, süper yeteneklerle donanmış öğretmenler öğrenciye konuyu öğretmek için türlü şekillere girip türlü anlatım yöntemleri kullanıyor. Ne derece uyguladılar bilemem ama ders planının dikkat çekme kısmında "Dans edip şarkı söylerim." diyen öğretmen var. Destan konsunu anlatırken "Sınıfa hikâye anlatıcısı getiririm." diyen öğretmen var. Acaba hayatında kaç hikâye anlatıcısı görmüş, kaçıyla oturup kalkmış da bir de rica ederek dersine davet ettirecek?! 
   Bir öğretmen meslek hayatının ancak 10 ve 20. yılları arasında verimli bir şekilde öğretmenlik yapabilir. Bazen bu süre öğretmenin kendine bakmasıyla 25 yıla kadar çıkabilir. Zaten o yaştan sonra insan artık çökmeye başlar. 10 yıl içersinde kendi öğretim metodlarını oturtur, öğretmenin kendisi bir sistem olur. Eğer öğretmen, bir sistem ortaya koyabilecek kadar özgüven sahibi değilse ve içerisinde bulunduğu koşullar onun kendi sistemini ortaya koymasına izin vermiyorsa bu sefer o öğretmen; hazır sistemleri, hazır öğretim kalıplarını ezberlemek zorunda kalır. Günümüzde iki sorun da çok ciddi bir boyuta ulaşmıştır. Eskiden öğretmenden bir ruh üfleyici olması beklenirdi, şimdi, ruhsuzlaştırilan topluma ruh üflemeye çalışmak bile dinen, örfen ve siyaseten yasaklanıyor. 
   Aslında burada öğretmenin elinden alınan rehber olma vasfıdır. Çünkü dikkât edin, öğretmenden fikirleri sunup kendi fikrini beyan etmemesi istenmiyor; hiçbir fikri sunmaması isteniyor. Öğretmen, sanki o fikirler hiç yokmuş gibi davranacak! 80 Darbesi'nden beri Felsefe ders saatleri azaltılıyor, felsefe dersinin içeriği kırpılıyor. Sebebi gençleri siyasete yönlendirmesiymiş. Felsefe, kırpıla kırpıla bugün Orta Çağ'da teoloji konularına yer verip modern batı felsefesinden neredeyse hiç bahsedilmeyen bir ders hâline geldi. 
   Edebiyat ders kitapları bilgi yönünden biraz daha doyurucu bir görüntü içerisine girerken İstanbul Üniversitesi ekolüne uyularak edebiyat tarihi, kronolojik tasniften türlere göre tasnife evrildi. Bunda da elbette siyasî kaygılar var. Servet-i Fünun edebiyatını açıklarken 2. Abdülhamid'in despot yönetiminden bahsetmek zorundasınız. 19. yüzyıl Türk edebiyatını açıklarken Osmanlı'nın bu yüzyılda kötü yönetildiğinden, dönen entrikalardan bahsetmek zorundasınız. Hükúmet ve onun temsil ettiği anlayış, bu konuların konuşulmasından oldukça rahatsız. Açıkçası istemiyor. Bunun yerine türler üzerinden gitmeyi daha doğru bulmuş. Yeni edebiyatın İstanbul ekolü temsilcileri esasen tarih konusunda çok bilgili olmadıkları için türler üzerinden sınıflandırmaya gitmiştir. Mehmet Kaplan, tarih konusunda zayıflığını, Tevfik Fikret kitabının Önsöz bölümünde itiraf ediyor. İnci Enginün de keza öyle ama bu sefer edebiyattan tarihi çıkarınca kocaman bir boşluk ortaya çıkıyor çünkü bugün için bir disiplin olarak edebiyat, tarihin bir koludur. Modern öncesi dönemde tarih, edebiyatın bir koluydu. 
   Edebiyat, türlere göre tasnif ediliyorsa bu sefer, sosyal tarihçilik ve edebi türlerin tarihi önem kazanıyor. Hikâyenin de şiirin de romanın da kendine göre bir tarihi var. Ancak Türkçe literatürde hikâyenin tarihi veya şiirin tarihi gibi eserlere rastlamak çok zor. Dünyada yeni yeni oturmaya başlayan bir şey bu. Bu yöntemle mesela destan türü için tâ Sümerlerden başlayabilir, oradan Anadolu medeniyetlerine, Yunanlara ve Roma-bizans'a kadar da uzanabilirsiniz. Bu yılların verdiği bir entelektüel birikim getiren bir iş olup öğretmen kendi sistemini oturtmaya başladığında dersler hem çok daha zevkli hâle gelecek hem de doyurucu olacaktır. 
   Eğitim ve öğretim sürecinin bir sigortası olarak öğretmen, çıtayı da belirleyecek olandır. Öğrencinin seviyesi her zaman için düşüktür. Öğretmen kadar yaşamamış, üniversite görmemiş ve okumamıştır. Bu yüzden öğretmenin yaklaşımı önce kendini anlamak, daha sonra bunları anlaşılacak şekilde açıklamaktır. 
   Asıl branşım Türk Dili ve Edebiyatı olduğu için tabiî ki edebiyattan örnek vereceğim: Edebiyatta ilkler lise müfredatı bağlamında değerlendirildiğinde önemli bir yer tutar. Olaya akademik açıdan bakıldığında ise bu konuda hâlâ sonuçlandırılmamış tartışmalar vardır. Örneğin ilk edebî romanı İntibah mı saymalıyız yoksa Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat mı yoksa Mâî ve Siyah mı? Eğer Maî ve Siyah'ı ilk edebî roman sayarsak öncekilere ne diyecek mesela ilk batılı romanı hangisi kabul edeceğiz? Üstelik öğretmen, bütün bunları derste en iyi şekilde öğretse bile öğrenci, öğrendiklerini tekrar etmezse anlatılan her şey boşa gidecek. Oysa eğitimin ilkelerinden biri değil mi en az çaba ve sürede en fazla şeyi öğretmek? O hâlde derste Tanzimat romanında ilkler konusunda geçen edebi türlerden mümkün olduğunca fazla bahsedilse, güzel ve temiz bir şekilde bir not kâğıdına -yine eğitimin bir diğer ilkesi olan maliyetin de azlığını göz önüne aldığımızda vereceğimiz not bir word dosyasında Whatsapp veya mail aracılığıyla gonderilmesi daha şık olur- yazılıp verilse ve bu kâğıtta yazanların mutlaka akılda kalması gerektiğine vurgu yapılsa öğrenci de konuyla ilgilendikçe ödül olarak konuyu daha iyi kavrayacak, kâğıtta yazılanları "aklında tutacaktır."
   Eğitim ve öğretimi, bir idare meselesinden bireyin kendi kendini yönetme meselesine dönüştürebilirsek bir toplumu kurtarmış oluruz. Aksi takdirde öğretmenlerini kaybetmiş bir toplumun, kendini var etme şansı yoktur. 
   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkülerin Söyledikleri: İki Şeye Pişman Olan Ağasarlı Cayan Hüseyin

Türk Düşüncesi: 2023 Sath-ı Mailine Girerken...

Tolgahan'ın Gözlüğü: Acı Çekmek