1001 Kitap: Fernando Pessoa- Huzursuzluğun Kitabı

  Fernando Pesaoa'yı özellikle pandemiden sonraki dönemde alıntılarıyla tanımıştım. 
   Pessoa'nın: "İstemeden varım, istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum, birer hiç olan şeylerin ortasındaki soyut ve tensel noktayım." alıntısını Twitter'da sörf yaparken fake bir hesabın tek retweeti olarak okumuş ve hayli etkilenmiştim. 
   Sosyal medyanın ortaya koyduğu ve son zamanlarda iyice yayılan bir kitap kültürü var: Hayatın sillesini yemiş ama kitaplarıyla mutlu olan bir kız tipi, kahve, kitap-kafe, tayt altına girilen uzun ve saçma sapan çoraplar, içersinde bolca üç nokta ve noktalı virgülün olduğu metinler...
   Bir dönem ben de İnstagram'da kitap incelemelerini paylaştığım bir hesap açmıştım. Benimle birlikte aynı işi yapan hesapları incelediğimde incelemeye tâbi tutulan kitapların genellikle ya best-seller ya da adı sanı duyulmamış yazarların reklam olması için gönderdiği oldukça kusurlu yazılmış olduğunu gördüm. 
   Bu tür sayfaların yalnızca alıntı paylaşanları da var. Özellikle bu işe meraklı olanlara söyleyebilirim ki kısa alıntıların paylaşıldığı sayfalar, sebat edilmesi dahilinde verilen emeğin karşılığını verebiliyorlar. Ancak benim meramımı anlatmaya bir iki cümlelik alıntı yetmeyeceğinden bu işe hiç girmemiştim. Uzun yazılarıysa İnstagram'da okumaya kimsenin vakti yoktu. 
   Bu yazı dizisini, sizlere içtiğim kahveleri göstermek için değil 1000Kitap.com'da üzerine inceleme yapacağım kitapların yazılarını daha derli toplu sunmak için yazıyorum. 
   Fernando Pessoa; hayatın pek sillesini yememiş ama yediğini sanan, korkak, sosyalleşemeyen, insanlardan uzak kalan, kendi içine kapanmış bir yazar tipi. 
   Bu net bir yazar tipi. Yazar dediğimizde zihnimizde böyle bir tip canlanıyor. Geleneksel dönemde geleneğin şartlarına tutunabilen edebiyatçılar, "patronaj" sistemiyle şaşaalı bir hayat yaşayabiliyorlardı. Oysaki modern dönemde geleneğin zayıflamasıyla birlikte patronaj, dolayısıyla patronajın getirdiği şaşaa da kayboldu. 
   Modern dönemde edebiyat ve güç arasındaki pozitif korelasyon, negatife dönmüştür. Modern edebiyatçı ama daha çok post-modern edebiyatçı tipi, hayatta tutunamamış, toplumun bir kenara ittiği tiplerden oluşuyor. 
   Edebiyat, artık hükumdarların değil kendine dahi hükmedemeyenlerin sanatı. 
   Fernando Pessoa, bu değişimin farkında olmakla birlikte bu kenara itilmişliği bir dünya görüşü olarak sunuyor. 
   Aslında Pessoa demek de ne kadar doğru tartışılabilir. Pessoa, birçok yan karaktere sahip olmakla birlikte Huzursuzluğun Kitabı'nın yazarı olarak Bernardo Soares'i gösteriyor. Huzursuzluğun Kitabı zaten Pessoa'nın notları arasında bulunan binlerce sayfalık notların bir bölümü. Yazarın "İsterim ki bu kitabı okuyunca, şehvetli bir kâbus görmüş gibi olun." ifadesinden Huzursuzluğun Kitabı'nı bir gün yayımlatmayı tasarladığı anlaşılmaktadır. 
   Huzursuzluğun Kitabı, günlükler şeklinde yazılmış kısa yazılardan oluşuyor. Bu yazılarda Pessoa, çeşitli konularda duyuşlarını belirtmekle birlikte kitap; günlük, deneme ve roman arasında bir eser olarak göze çarpıyor. Post-modernler artık bu yeni bir tür olarak kabul edilecek edebiyat ürününe "anlatı" demeyi tercih eder. Huzursuzluğun Kitabı da bu yüzden bir anlatıdır. 
   Okuyucuyu; eserin roman mı, anı mı yoksa deneme mi olduğunu ayırt edememesinin sebebi roman türünün gelişiminin ve anlatının ne olduğunun bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Batıda roman türü, Hıristiyanlığın günahlarını itiraf etme kültüründen gelmektedir. Hıristiyanlığa göre her insan, günahkârdır. Her insan günah işlemeye meyillidir. Kişi, bu günahlarından ancak itiraf etmekle kurtulur. Dolayısıyla ortaya bir 'anlatı'nın çıkması gerekir. İslamiyetteyse insan, özünde iyidir. İçinde birtakım fenalıklar olsa bile bunu en yakınlarına dahi anlatmamalıdır. Bu yüzden roman gibi bir edebî tür, doğu topraklarında ortaya çıkmadı veya doğuda güçlü bir roman kültürü meydana gelemedi. 
   Rus yazar Tolstoy'un Itiraflarım'ı, Rousseau'nun İtiraflar'ı buna örnektir. Aslına bakarsanız roman yazmak, teşhirciliktir. Kendi kendini, kendi rızasıyla ifşa etmektir. Doğu, her zaman toplum uğruna bireyi feda ettiğinden Batı romanlarındaki gibi anlatılan arzular, Doğu'da konuşulması yasak şeylerdir. 
    Esasen doğuda toplum, bireyi var kılmıştır. Batıdaysa birey, toplumu inşa etmiştir. 
    Günlük hayatta bir meramımızı anlatırken tür kaygısı taşımayız. O anlatı biraz deneme biraz sohbet biraz anı biraz günlük özelliği de taşıyabilir. 
   Hangi yazının veya anlatılan şeyin hangi edebî türe girdiği ancak kuralların olduğu yerde tartışmaya açıktır. Modern düşünce, sonunda Anarşizm'de tıkanır. Modern dünyanın da varacağı yer mecburen Anarşizm'dir. Modern sanat, önce geleneksel sanatın kuralların karşı çıkarak kendi kurallarını ortaya koymaya çalışmış ancak daha sonra kendi kendine kuralsızlığı bir kural olarak kabul etmeye başlamıştır. 
   O yüzden tür ve biçim kaygısı daha çok geneksel edebiyatta karşımıza çıkar. Bu açıdan Pesssoa'nın "Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de, duyguların ifadesi olarak görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır." sözlerini oldukça kıymetli buluyorum. 
   Çünkü aslına bakarsanız Fernando Pessoa bir "hiç". Pessoa, aslında herkes gibi sıradan olmasına rağmen sırf düşüncelerini yazıya geçirdiği için kendine "özellik" atfediyor. Pessoa, en çok da herkes gibi. Sığ ve basit. Bunu Pessoa'da birçok kişinin kendini bulmasından anlıyoruz. Pessoa, aslında tam da bu dönemin insanından bahsediyor. Toplumdan kendini izole etmiş birinin düşüneceği şekilde düşünüyor. 
   Pessoa, ne kadar sıradan olduğunu biliyor ve bundan da mutsuzluk duyuyor: "Öyleyse niye yazıyoruz? Çünkü, vazgeçelim diye nutuklar atsam da, aslında ne yazmayı tam olarak öğrenebildim, ne de düzyazı ya da şiire olan zaafımdan kurtulabildim. Ben çile doldururcasına yazmak zorundayım. En kötüsü de yazdıklarımın külliyen işe yaramaz, kof, bulanık olduğunu bilmek..." sözleri bunu açıkça göstermektedir. Pessoa, değişen dünyada yazdıklarının bir öneminin olduğunun farkında ve bunu da kabul ediyor. O, dikkat çekmek için yazan bir yazar değildi. O, birileri beni anlasın, bu işten kendime bir pay çıkarayım diye de yazmadı. Hatta anlaşılmaktan nefret ediyordu. Onun durumu, sosyalleşemediği için teneffüslerde bile ders çalışan bir öğrencinin durumu gibiydi. Pessoa'nın yazmaktan daha iyi yapacak bir işi yoktu. Olsa bile o, bunu arayacak cesarete de sahip değildi. 
   Elbette Pessoa'yı bu münzevî hayatı yaşamaya iten bazı sebepler var. Çok küçük yaşlarda babasını kaybetmiş, annesinin başka bir adamla evliliği de onda onulmaz yaralar açmıştır. 36 yaşında annesini kaybetmesi ise hayatında çok ayrı bir travma olmuştur. Pessoa, annesine bağımlıydı. Hatta âşıktı yorumu bile yapılabilir. Bu yüzden kitabında çocukluğuna dair verdiği bilgiler çok çelişkilidir. Pessoa, aşkın cinsellikle kirletilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Pessoa'ya göre cinsellik, iğrenç bir şeydi. Hatta bu düşüncelerini o kadar gıcık bir şekilde, o kadar çok savunacaktır ki en sonunda: "Cinselliğe düşkün bir adam, okumak için benimkilerin tam tersi kitaplar seçecektir." demek zorunda kalacaktır. O, tensel olmayan aşkı olumlamaktadır ama bir yandan da: "Sevmek, yalnızlıktan yorulmaktan olur; yani bir alçaklıktır, insanın kendine ihanetidir (son derece önemlidir sevmemek)." diyebilmektedir.
   Pessoa'nın ilginç bir adam olduğunu iddia etmiyorum, bu tür adamlara iyi niyetle yaklaşılmasını da doğru bulmuyorum. Pessoa, yalnızca ne yapması gerektiğini bilmeyen, bunu öğrenmek de istemeyen bir adamdı. Pessoa, ne birine iyilik yapmak isteyecek ne de birine kötülük yapmaya yeltenecek biri. Pessoa, varoluş olarak kendini işe yaramaz görüyor. "Ahlak anlayışımdan dolayı iyilik yapmaktan kaçınırım ama, bana yapılmasını da beklemem. Hastalandığımda en çok rahatsız olduğum şey, insanların bana bakmaya mecbur olmasıdır, ben birine bakmak zorunda kalsam midem bulanırdı. Hiç hasta ziyaretine gitmedim. Hastayken, her ziyaretime gelene sinirlenmiş, yaptığını bir hakaret, mahremiyetime akıl almaz bir tecavüz olarak görmüşümdür. Hediyelerden hoşlanmam; çünkü karşılığında hediye vermek gerekir – ister aynı kişilere, ister başkalarına, bunun bir önemi yok." sözü Pessoa'nın kişiliğini apaçık ortaya koyarken bugün birilerine iyilik yapmanın neden bu kadar zor olduğunu, insanların neden bu kadar gelişmeye ve ilerlemeye direndiklerini de ortaya koyuyor. 
   Ancak Pessoa, bu kötücül durumunun sebebini kendinde aramaktan çok çevresinde ve tarihte aramaktadır. Bir kere Pozitivizm'den nefret etmektedir. Hıristiyanlığa karşıysa istese bile yakınlık duyamayacağını söylemektedir. Pessoa'ya göre kendi nesilleri pasiftir çünkü onlar Modernizm'in kirli yüzünü görmüş, Hıristiyanlıktansa uzaklaştırılmıştır. Bunu en güzel: "XIII. yüzyılın ortasından beri korkunç bir hastalığın uygarlığımızın üzerine çöküşünü seyretmekteyiz. Sürekli hayal kırıklığıyla sonuçlanan on yedi yüzyıllık Hıristiyanlık özlemi, sürekli olarak ertelenen beş yüz yıllık paganizm özlemi, Hıristiyanlığın bir parçası olarak başarısızlığa uğrayan Katoliklik, paganizmin bir parçası olarak başarısızlığa uğrayan Rönesans ve nihayet evrensel bir fenomen olarak başarısızlıkla sonuçlanan Reform. Düşlediğimiz her şeyin yıkılışı, elde ettiklerimizin verdiği utanç, başkalarıyla paylaşmanın iğrenç olduğunu bildiğimiz bir hayatı yaşamanın ve başkalarında benimseyebileceğimiz, uygun bir hayat bulamamanın rezilliği." diyerek açıklamaktadır. 
   Fernando Pessoa'ya göre maddî olan her şeyden geçmek gerekir. Ancak o, maneviyatı yazmakta bulur. Yazmak, onun için ibadet etmektir. O, maddiyattan geçerken Avrupa dünyasındaki maneviyat eksikliğini yazmakla tamamlamıştır. Tarde'den alıntı yaparak hayatı, yararsız olmaktan geçerek imkânsız olana ulaşmaya çalışmaktan ibaret olarak görür. Varlık, ona göre başlı başına bir sorundur. Var olmadığında ne olduğunu bilmemekten bir endişe de hisseder. "Var olmayan bir şehrin varoşlarıyım ben, yazılmamış bir kitabın gereksiz yere uzatılmış yorumuyum. Hiç kimseyim, hiç kimse. Ne hissetmeyi bilirim, ne düşünmeyi, ne istemeyi. Yazılacak bir romanın kahramanıyım, beni tamama erdirmeyi başaramamış bir varlığın düşleri arasında, hiç var olmadığım halde bin parçaya ayrılmış, havaya karışmış, salınıyorum." der ve ekler: "Sanat, var olmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır." 
   Pessoa, var olmaktan kaçamamaktadır. Var olmadığı zaman ne olacağını bilmemektedir. O; varoluşunu, bir hiç olmakla açıklar. Kendi varoluşunu sevimli göstermek için hiçbir çabası da olmaması, onu iyice bohem bir yaşantıya sevk etmiştir. Ancak Pessoa, hayatın ıstırap dolu bir şey olduğunu düşünmektedir. Ona göre acı çekmekten kaçmak mümkün değildir. Insanlar acı çekmekten kaçmak yerine acı çekmeyi severse doğru bir iş yaparlar. "Erdem de günah da organizmanın kaçınılmaz ifadeleridir. Ikisinden birine mahkûmdur organizmalarımız ve ya iyi olmanın ıstırabını çeker ya da kötü olmanın." der ve ekler: "Gerçekten tanısa kimse kendini sevmezdi." 
   Fernando Pessoa'nın hayatın her alanıyla ilgili düşünceleri, bu düşüncelerindeki dalgalanmaları ve duygularının değişimlerini Huzursuzluğun Kitabı'nda açıkça görmek mümkün. Pessoa, zoraki bir düşünürdür. Aslında kolunu kanadını kaldıramayacak kadar güçsüz ve zayıf bir insandır. O, bunu değiştirmek yerine eylemsizliğinin iyi bir şey olduğunu savunur. Hayat şartları, Pesaoa'yı düşünmeye zorlamıştır. 
   O, yazdıklarıyla kendindeki değişimi görür ve buna hayret eder. "Geçen gün, o uzak geçmişe ait kısacık bir metin beni allak bullak etti. Gayet iyi hatırlarım ki, dili biraz da olsa iyi kullanma kaygısı, bende birkaç seneden eskiye gitmez. Ne var ki bir çekmecenin dibinde bulduğum çok daha eski bir metne bakıyorum da, aynı kaygı onda da var. Olumlu bir anlamda söylüyorum, geçmişin akışına göz atarken kendimi anlayamıyorum: Nasıl olmuş da, zaten olduğum şeye doğru ilerleyebilmişim? Bir zamanlar kendimi görmeyi başaramamışken, şimdi nasıl oluyor da görüyorum? Hepsi birbirine karışıyor, kendimi bulamadığım, kendi yollarımda kaybolduğum bir labirente dönüşüyor."
   Pessoa'nın edebiyata karşıysa çok bağlı bir tutumu yoktur. Evet, edebiyat onun dış dünyadan kopuşunda tek meşgalesidir ama o, edebiyatın ne olduğuyla ilgili gayet sağlıklı yorumlar yapabilmektedir: "Edebiyatın durumu bambaşkadır, o hayatlık taslar. Bir roman, asla olmamış bir şeyin öyküsüdür, bir dram ise öyküleme tekniği kullanılmamış bir romandır. Bir şiir, dizeler halinde konuşmadığımıza göre, aslında kimsenin kullanmadığı bir dile dökülmüş düşünce ya da duyguların ifadesidir." Sonuçta edebiyatın da bir gerçeklik ifade ettiğinden hareketle Pessoa ancak yazmak eylemine ve düşünmeye bağımlı görünmektedir. Portekizceyi vatanı kabul eden yazarın hayattayken yayımlanmış bütün kitapları İngilizcedir. İngilizce eğitim almasına ve Portekizce az eser vermesine karşın neden böyle bir tutum içerisinde olduğunu kestirmek güç olsa da Pessoa'nın kendi çocukluğuyla ilgili kişisel sıkıntılarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. 
   Pessoa'nın hârikulâde bir eser ortaya koyduğunu söyleyemem. Pessoa; sıradan biri ve bu duygularını, düşüncelerini yazıya geçirmiş, o kadar... Bu duygular da son derece sığ. Bir özellik atfetmiyor. Bunu Pessoa'ya söylesem ona hayatının yalan olduğunu ima etmiş olurdum ama öyle. Bu eseri bir şaheser olarak görenlere hiçbir şekilde hak veremem. 
   Anlaşılan o ki Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nı hayatının eseri olarak görüyor ki oldukça haklı. Sonuçta bu eserde doğrudan doğruya Pessoa'nın kendisiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bir yazarın kendini apaçık sunduğu bir eser bu. Pessoa'nın kimseye anlatmaya tenezzül etmediklerinin kâğıda dökülmüş hâli. 
   O yüzden olmuş ya da olmamış demenin veya "başyapıt" diye nitelendirmenin bir âlemi yok. 
   Eser, bir değerlendirmeye tâbi tutulacak kâbilden değil. 
   Ancak her düzeyde okuyucunun anlayabileceği bir kitap. Bölüm bölüm yazılmış olduğundan oldukça kolay bir şekilde okunabilir. Huzursuzluğun Kitabı'nı okunası kılan da en çok bu zaten. Hızlanan dünyada insanlar kitap okumaya zaman ayıramıyorlar. Ama aynı hızlanan dünyada belirli kitaplar, belirli zamanlarda popüler oluyor ve tüketiliyor. Popüler olması demek, eserin kaliteli ya da kalitesiz olduğu anlamına değil bir prestijinin olduğu anlamına geliyor. Belirli yazarların, belirli kitaplarının popüler olduğunu görüyoruz. Bu eserler çoğunlukla yalın bir dille yazılmış ama arka katmanlarında derin mânâlar taşıyan eserler. Tabiî çoğunlukla halk, bu eserleri genellikle en görünen anlamıyla anlayıp kabul ediyor. Bu eserler ne kadar sembolik olur ve genel ifadeler taşırsa o kadar okunulabilir bir kitap okuyor. 
   Kadim kültür, sanat kalıplarında da bu tür katman katman anlamları haizdir. Ancak bunun suistimal edilen şeklinde post-modernizm, hiçbir anlamı ihtiva etmiyor. Ortada sembolik bir dil var ancak post-modernizm, farklı gerçeklikleri kabul ettiğinden ve bir yere varmayı pozitivist bir kusur gördüğünden sonunda tüm anlamlarını yitirerek ister istemez post-truthlaşıyor. Çünkü metni yazan, henüz daha en başta metne belirli bir anlam yüklemeyip bu metinden herkesin başka anlamlar çıkarabileceğini söylüyor.
    Her insanın aklından bir şeyler geçebilir, herkes bir şeyler yaşayabilir. Önemli olan, bu yaşadıklarımıza verdiğimiz tepkilerdir. Günümüzde birey olmanın yanlış anlaşılmasıyla insanların "izole" bir hayat yaşamanın iyi bir şey olduğu sanrısı, kendini ifade etme zorluklarını beraberinde getirmektedir. 
   O yüzden modern dünyada Huzursuzluğun Kitabı gibi itiraflar kıymetli hâle geliyor. İnsanlar kendini o kadar ifade edemiyor ki artık insanların kendini nasıl ifade ettiği değil ifade edip edememesi önemli hâle geldi. Bu, düpedüz iletişim sorunu. Oysa edebiyat söz konusu olduğunda bütün hikâyelerin de anlatılmış olduğundan hareketle edebiyatın amacı, daima daha güzele ulaşmaktır.  
   Pessoa hayatı günümüz diliyle bir simülasyon olarak görmese de hayatın oldukça tuhaflaştığını söyler: "Ama bana öyle geliyor ki, ben ve benim gibi hisseden herkes için, yapaylık doğallığın yerini aldı, doğallık ise tuhaflaştı." dedikten sonra şu düzeltmeyi yapmayı da uygun görür: "İyi ifade edemedim: Yapaylık doğal hale gelmedi; doğallık değişti." 
   İnsan zihni, sürekli olanı gerçek veya doğal olarak görecek şekilde evrimleşmiştir. Pessoa ve Pessoa gibi olan herkes -aslında Dünya Savaşı sonrası hemen herkes Pessoa gibidir- eylemsizliği kendilerine marifet kabul ettiklerinden daha çok düşlemektedir. Bu yüzden de eskiye kıyasla artık düş âlemini gerçek hayat, gerçek hayatı düş âlemi olarak görmektedir. Gerçeklikle ilişki kuramayan insanlar için düş, gerçekliğin; gerçeklik de düşün yerini almıştır. 
   Son bir söz de Can Yayınları'na. Eserde özellikle o kadar çok noktalama hatası yapılmış ki bu tür durumlarda ne eseri ne yazarı ne de çevirmeni ciddiye alasım gelmiyor. Noktalama işaretinin çok kullanılması, eseri çok edebî yapmıyor. Kitaptan alıntılar yaparken imlâya da noktalama işaretlerine dokunmadım...
   Bu noktalama işareti terörü bir virüs gibi yayılıyor. Genellikle bu tür durumlarla 3. sınıf yayınevlerinde karşılıyorduk ama artık biraz da eksi noktalama kurallarıyla da karıştırıldığı için bu tür durumlarla artık sıklıkla karşılaşıyoruz. 
   1000₺ verenin eserini bastırabildiği 3. sınıf yayınevlerinden çıkan edebiyat ürünlerinin büyük bir çoğunluğunu da Pessoa'yı değerlendirdiğimiz gibi değerlendirmemiz gerek. Burada bir eser ortaya koyan insanların öncelikli amacı, bir edebî eser ortaya koymak değil kendini anlatmak ve edebiyatçı olarak toplumda bir statü elde etmek...
   Günümüz insanının "kirli" düşüncelerine hitap eden bu kitabı, dertleşmek için okuyabilirsiniz. Ne de olsa Pessoa, "kirli" düşüncelerimizi oldukça açık bir şekilde bize anlatmış. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkülerin Söyledikleri: İki Şeye Pişman Olan Ağasarlı Cayan Hüseyin

Türk Düşüncesi: 2023 Sath-ı Mailine Girerken...

Tolgahan'ın Gözlüğü: Acı Çekmek