Edebiyatı Somut Düşünmek

   Bugün toplumumuzda bir edebiyatçı tipi var. 
   Bu, önce zihinsel bir durum. Toplum, bireyin edebiyatçı kimliğine bakarak belirli bir rol üstlenmesini istiyor. Her meslek grubu için bir ideal tip oluşturulabilir ve mesleği icra eden kişiden belirli birtakım davranışlar bekleniyor olabilir. Kişinin seçtiği meslek ile kişiliği (kimlik) arasında pozitif korelasyon bulunmaktadır. Öyle ki birey, birtakım meziyetlere sahip olduğundan bir meslek ona câzip gelebilir. Sonuçta seçtiği meslekle birlikte onu o mesleği seçmeye iten sebepler güçlenirken karşıt veya nötr durumların gelişimi durabilir veya lüzumsuz olan bu meziyetler zamanla kaybolabilir. 
   Ben bir edebiyat öğrencisi olarak -kendimi edebiyatçı görme gereği duymuyorum- toplumun bana biçtiği bu rolden oldukça rahatsızım. Edebiyatçı ağlak, hüzünlü, karamsar, kendi iç dünyasına kapılmış bir tip olarak görülüyor. Edebiyatçı için ya tekkede ya da meyhanede olur gibi bir düşünce var. Saplantılı âşık, takıntıları olan, huzursuz kısaca birkaç kişilik bozukluğunu bünyesinde taşıyanlar "tam" bir edebiyat insanı olarak görülüyor. 
   Günümüzde gerek akademi hakkında veya edebiyatı icra eden veya takip eden kimseler hakkında konuşurken aslında en çok muzdarip olacağımız konulardan biri şu edebiyatçının kendi iç dünyasına kapılması meselesidir. İnsan, zaman zaman kendi iç dünyasına dönmeli ve kendisini zaman zaman toplumdan soyutlanmalıdır. Bunu dengeli yaşamak isteyen herkes yapmalıdır. Edebiyatçı, bir din adamı değildir ki bunu bütün toplum adına yapsın. Kendini bu şekilde toplum adına kendi iç dünyasına çekilen bir edebiyatçı tipi varsa -tecahü'lüarif yapıyorum- bu durum onun edebiyatçı kimliğinden değil kendini değersiz hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Düşünmeyen bir toplum adına ben neden düşünecekmişim ki? Ancak kendim için düşünür, düşündüklerimin ise canım isterse sadakasını veririm. Bireyin kendine faydası olmadan bir başka insana faydası olamayacağı Post- Modern insanın en iyi bildiği konulardandır. 
   Kuantum-insan, kendi kendinin tanrısıdır. Öyle ki tek başına inşa ettiğini iddia ettiği evreninde yalnızca onun sözü geçmektedir. Kendi evreninde yalnızca onun yasaları geçmektedir. O evren, onun gerçeklik boyutudur. Kendi evrenini inşa ederken gerçeklikten beslenmediği gibi inadına gerçekliği yok sayma eğilimindedir. Gerçeğin her an insanın tokat gibi çarptığı bir devirde kuantum-insan, gerçeklikten kaçmayı tercih etmektedir. Esasen kendini değersiz, bir hiç ve kaderini esen rüzgârın tayin ettiği bir yaprak gibi hissetmesinin nedeni de budur. Kuantum insan, âlet bakımından tarihin en şanslı insanıdır ve bu şansı ilerleyen teknolojiyle her gün daha da artmaktadır. Bu devrin insanı elindeki bütün imkânlara ve kendi evrenini yaratacak donanıma sahip olmasına rağmen kendini yetersiz ve güçsüz hissetmektedir. "Aşağılık kompleksi" denen durum aslında budur. 
   Tabiî insanların bu şekilde hissetmesinin birkaç nedeni var: Bunlardan ilki bireyin henüz Kapitalizm'le uyum içerisine girememiş olmasıdır. Birey, bu kadar çeşitliliği yönetecek kadar henüz evrimleşememiştir. Daha da ileri gidersek insan, henüz birey olacak kadar evrimleşememiştir. Mental olarak birey olmaya hazır insan sayısı, birey olma propagandası yapanların bile ancak yüzde biri kadardır. Birey dediğin insan, denge sahibi insandır. Aksine bugün için birey olmak, hastalıklı olmakla eş değer. İnsanlar bireyleştikçe, özgürleştikçe aslında kişi ve kurumlara çok daha bağımlı hâle geliyorlar. 
   Stefan Zweig'in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı hikâyesinde yazarın tekiyle kafayı bozup önüne gelen her adamla yatan kadının birey olduğunu, sağlıklı bir birey olduğunu kim iddia edebilir? Aslında günümüz cinselliğini kabataslak veren bir hikâye bu. Öncelikle kadın veya erkek fark etmeksizin her gencin kafasında ideal bir eş profili var. Oysa insan, o zihnen var olan ideal kişi peşinden değil üreyebileceği en sağlıklı insanı elinde tutabilmek ve ondan çocuk sahibi olmak için evlenir. Evlilik düşüncesinin temelinde soyunu devam ettirmek ve sağlıklı insanlar yetiştirmek fikri vardır. Aslında çocuk sahibi olunacak eşi belirleyen de zihin değil dürtülerdir. Bir şekilde karşındaki o insana çekim duymak... İşte aşk dedikleri aldatmaca budur. Aşk, ilkel toplumda kadının erkeği elde etmek ve elinde tutmak amacıyla kadının içgüsel bir korunma mekanizması olarak ortaya çıkmıştır. Aşk, başlı başına bir uydurmadır çünkü burada insanın kafasındaki ideal insan profili ile etten ve kemikten olan insan arasında bir senkronizasyon söz konusudur. Kadınlar, bir aşka karar vermeden önce erkeklerden daha fazla düşünme eğilimindedirler çünkü hemen hepsinin kafasında bir "beyaz atlı prens" vardır. Erkekse ideal vücut ölçülerine sahip kadını bulduğunda kadının vücuduna bakmak suretiyle kafasındaki ideal tipi o kadına monte ediyor. 
   Kadın veya erkek fark etmeksizin 21.yy insanın bir eş veya arkadaş seçme konusunda milyon tane ihtimali var. Bu ihtimaller aslında bizi sabırsız ve tahammülsüz hâle getiriyor. Bireyin elindeki şu an tek şans gelişmek ve ilerlemek. Kişi, kendi iç dünyasının aslında ufak ama onun için oldukça büyük problemlerini çözemediğinden hâliyle yeterince gelişip ilerleyemiyor da. Herkesin maskeleriyle dolaştığı, zayıflıkların dile getirilmesinin âcizlik olarak görüldüğü bir devirde de bireyde "Bir tek ben geri kaldım." düşüncesi hâsıl oluyor. Her devrin kendine göre avantaj ve dezavantajları vardır. Bu devirde güçlü veya güçsüz olduğumuzu belirleyecek olan ise Kapitalizm'le olan ilişkimizdir. Tüketim toplumunda mutlu olmak için bir şeyler satın almayı düşünen bir kişinin, cinselliği de tüketim üzerine kurulu olacaktır. Bu kişi, Kapitalizm karşısındaki ezikliği sebebiyle aslında hiç de tasvip etmediği bir durum ile karşı karşıyadır. 
   Aslında evlilik kurumuna geniş kitlelerin bu kadar negatif bakmasının sebebi de budur. Birey, kendisini çocuk sahibi olacak kadar güçlü hissetmemektedir. Kendi genleri o kadar güçsüzdür ki bu genlerin bir sonraki kuşaklara aktarılmasını istemez. Çünkü birey, 21.yy'ın doğa koşullarıyla yani Kapitalizm'le mücadele edememektedir. Avcı-Toplayıcı toplumda avlanamayan erkek, çocuklarına da avlanmayı öğretemeyecktir. Erkeğin çektiği sıkıntıların benzerini çocukları da yaşayacak, sonunda çocukları da kendi gibi heba olacaktır. 
   Burada şunun da altını çizmekte fayda var: Bireyi bu duruma sokan Kapitalizm değil 21.yy'ın doğa yasası ve geist'i hâline gelmiş Kapitalizm'e kendini kaptırmaktır. Yoksa hiçbirimiz -Anarko Komünistler bile- Kapitalizm'in bize sunduğu nimetlerden vazgeçecek değiliz. Şüphesiz bu kadar âlete, imkâna ve konfora sahipsek müsebbibi Kapitalizm'dir. Ancak "Yönetilemeyen yönetilir." Birey, sisteme diş geçiremediği takdirde sistem ona dişini çok da vahşice geçirecektir. 
   Yaratan insanın aşağılık kompleksine kapılmasının diğer bir önemli nedeni gerçeği inatla reddetme eğiliminde olmasıdır. Gerçek, hakikat, doğru, yalan, yanlış... Elbette bunlar yüzyıllardır tartışılagelen kavramlar ancak öyle ya da böyle insan, dünyayı ancak beş duyu organıyla algılayabilir. Bunun ötesi yok. Evet, belki duyu organlarımız güvenilmeyecek kadar eksikler ama elimizdeki imkânlar da bu kadar. Çünkü artık bir noktadan sonra yürümüyor. Hayatın kitaplarda yazdıklarını iddia ederler ama en nihayetinde hayat, pratiktir. Hayatı teorilerle açıklamaya çalışırken aslında kendi hakikatimizi var olan gerçekliğe uydurmuş oluruz. Yaşamın, yaşanması gerekmektedir. Eksik veya fazla, doğru ama yanlış insan, bir şekilde anlamlandırmaya ihtiyaç hissediyor. İnsan, yüzyıllardır anlamlandırarak yaşıyor. Önümdeki bu yiyecek zehirli midir, bu hayvanın eti yenir mi, ateşe dokunsam ne olur, bu koku güzel midir?.. Bütün bu sorular ilkel insanın muhatap olduğu konular ve her insan aslında kendi ilkelliğinde (bebekliğinde) bu sorularla yeniden muhâtap oluyor. Nasıl ki modern insandan -Nietzsche'nin deve-arslan- çocuk benzetmesi- kendi değerlerine sahip olması bekleniyorsa aynı zamanda kendi oluşturduğu bir dünya görüşü de bekleniyor. Bu noktada Post-Truth tıpkı Nihilizm gibi içine düşülmemesi gereken, birbiriyle ilintili kavramlardır. Adına ister post-truth ister Kuantum insan diyin, bu devrin insanı alçak bir ikilem içerisinde. Materyalist değil hatta modernistleri materyalist olmakla suçluyor ama aslında Materyalizm'i en uç noktasında yaşıyor veya pozitivizm konusunda da bunu söyleyebiliriz. Post-Truth insana Neo-Materyalist demekle Post-Materyalist demek arasında kalmakla birlikte son zamanlarda New-Materyalist demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Neo ekini getirebilmemiz için o akımın tamamen bitmiş olması gerekir ki bu çok mümkün görünmüyor. Dün fütürist komünist şair "Trum tiki tak tak/ Makineleşmek istiyorum" derken bugün fütürist bir materyalistin söyleceği şey, "Bilgisayarlaşmak istiyorum" olacaktır. Dün kâinatı bir makine olarak algılayan Materyalist, bugün evreni bir bilgisayar programı gibi görmektedir. İkisi de Materyalizm'dir. Her ne kadar Post-Modernizm, Materyalizm'i Modernizm'in bir argümanı olarak gördüğünden reddetse hattâ ayıplasa da gelişen bilişim sektörüyle beraber kendi Materyalizm'ini kendi yaratmıştır. 
   Post-modernizm, Modernist olamayanların sığındığı bir kalıp olmuştur. Ülkemizde dincilerin Post Modernizm'e sarılmasını umursamıyorum bile. Anadolulu, istese bile Modernist olamamaktadır. Dolayısıyla kasabalarda yaşayanların hemen hepsi yürüyen birer Post-Modernizm'dir. Türkiye, küyerelleşen dünyada hızla yerelleşirken evrensel olma yolunda iki katı hızla geriye gitmektedir. Üstelik bu yerellik, "Anadoluluk" gibi mikro bir kimliğin makrolaşmasıyla kendi mikrosunu göz ardı eden bir yapıda. 

   Bu noktada Kuantum- insan; tatlı romantik hayallere sahip, çıtkırıldım, hayat karşısında âciz, kendini acının kucağına bırakmış bir hâlde acı yoksunluğu içerisinde, basit olduğu kadar kendini kompleks göstererek çekici olmaya çalışan bir tiptir. 
   Gerçek -algılayabildiğimiz hakikat- er ya da geç yüzümüze çarpacaktır. Olacak olan olacaktır. İnsan, içinde taşıdığı korkuyu yaşamak zorundadır ve bu korkuyu taşıdıkça aynı korkuyu tekrar ve tekrar yaşayacaktır. Yüzleşilmeyen korku ise sürekli bir iç sıkıntısıdır. Dilaver Cebeci'nin "Biliyorum, içinde bir sızı var/ Bıçak ağzı gibi bir sızı var/ Bu sızıdır işte seni verimsiz kılan..." sözüyle sevgilide kastettiği durum budur. İnsanı verimsiz kılan, kendine güven(e)memesidir. Kendine güvenmesi içinse önce korkularıyla, gerçeğin bir parçası olan korkularıyla yüzleşmelidir. Gerçekle yüzleşmekten kaçınan insan, ne yaptığını bilmez bir hâlde belirsizlikten gelip belirsizliğe gitmektedir. Belirsizlikse, insanı huzursuz eder. Gerçeklikten beslenmeyen hayalin kıymeti yoktur. 
   Bir başka önemli sebep ise Post-Feminizm'dir. Post-feminizm, kadınsal ve kadına has, kadına yarayacak bir düşünce gibi görünse de kadınlar -fark etsin ya da etmesin- çoğu zaman bu sistem yüzünden mağdur duruma düşüyorlar. Üçüncü dalga feminizm ile eş de görülen post-feminizm, kadına itaat eden bir erkeği methederken erkeği, cinsiyet özelliklerinden arındırmaya çalışıyor. "Siz erkekler hep böylesiniz." tam bir Post-Feminist sözü. Bunu söyleyen kadın erkeğe aynı zamanda ciddi ciddi "Erkek her yerde var. Kadınlara ADAM lâzım." dedirtebiliyor. Erkek, en başta medya tarafından sırf erkek olduğu için utandırılmaya itiliyor. Kadın cinayetlerine bakıp da erkekliğimden utanıyorum diyen erkekler, Post-Feminist bir baskı altında cinsiyet özelliklerini bastırma durumundadır. Bu durum Jung'un keşfettiği anime ve animus (Erkekte kadınsılık, kadında erkeksilik bulunması) ile de yakından ilgilidir. Bu bakımdan erkek, animus özelliklerinden ancak tamamen sıyrıldığında câzip hâle gelmektedir. Öte yandan kadının anime özelliklerini öldürmek yerine feminenliğiyle anime özelliklerini birlikte güçlendirince çekici bir duruma gelmektedir. Bu açıdan kadından yana olduğunu iddia eden bu sistemde normal bir cazibeye sahip erkek, bu sefer uydu erkek durumuna düşmekte ve bütün varlığını bir nevi kraliçe-arı olan kadını mutlu etmek için adamaktadır. Diğer yandan animus özelliklerinden sıyrılan erkek, gittikçe piskopatlaşmaktadır. Bugün kadınların; çirkin, sorunlu, keko ve sayko tipleri tercih etmesinin sebebi de yine cinselliktir. Bu tiplere karşılık olan efendi erkekler, aşırı heyecansız tiplerdir ve kadında hâliyle hiçbir çekim yapamamaktadır. Efendi çocukla oynayıp kekodan yüz bulamayan kadınlar, kendi sistemlerinin ve dâvâlarının kurbanı olmaktadır. -Diğer taraftan bakıldığında elbette kadınların da "en güçlü erkeği" seçmek hakkıdır. Amacımız toplumu yadırgamak değil var olan durumu ortaya koymaktır. 
   Bir diğer nokta Post- Modernizm'in birey olmayı yanlış yorumlasıdır. (Bak. Yanlış Anlaşılan Birey Olmak) Modern devirde birey olmak/olabilmek olumlanacak bir tercihken Post- Modern dönemde birey olmak, bir zorunluluktur. Bireyi yalnızlaşmaya iten, Post- Modernizm'in kendisidir. Nihayetinde Modernizm'in bir komünite fikri vardır. Modernist, ulusçu ve devletçidir. Oysa Post-Modern insan "dünya vatandaşı" olmakla birlikte liberal düşüncenin bir gereği olarak hem devlet otoritesini tanımak istememekte -Anarşizm'e düşmekte- hem de devletin bu fiilsiz durumundan şikâyetçi olmaktadır. Post-Modernizm, hayatı öyle komplike bir duruma getirmiştir ki hayat bir Post-Modern insan için aşağı tükürsen bıyık, yukarı tükürsen sakal atasözündeki tezat gibidir. Ona göre tezat olan hayatın içinde kendisi de bir tezattır. Birey, yalnızlıktan şikâyet etmekte ancak yalnız olmamak fırsatlarını da elinin tersiyle itmektedir. 
   Kapitalizm tarafından ezilmiş, gerçekle yüzleşmeye korkan, kendi cinselliğinde post-Feminizm'in gazabına uğramış veya sistemin dışında kalmaya karar vermiş birey olmayı yanlış yorumlayan bireylerin (?) kendini dışavurum yollarından biri de edebiyat oluyor. Bu açıdan bakıldığında 21.yy'da edebiyatla uğraşanlar, bir şekilde hayatında istediği statüyü elde edememiş insanlardan oluşuyor. 
   Bu durumu Türk edebiyatı tarihi için düşündüğümüzde geçmişte bugünkü mevcut edebiyatçı tipinin geçerli olmadığını görüyoruz. Eski Türk edebiyatında şairler, aynı zamanda din adamlarıydı. Şaman dediğimiz din adamları toplumda birçok rolü yerine getiriyordu. Savaşlara katılır, kahramanlık ezgileri söyler, orduyu gaza getirirdi. Türkler paganlığı bırakmaya başladıktan sonraki eserleri ise sıkı bir öğretici içeriğe sahip ve bu eserleri yazanlar da büyük birer öğretmen olarak göze çarpıyor. Bu durum etkisini yavaş yavaş azaltmakla birlikte Kutadgu Bilig, Atabetü'l Hakayık gibi eserlerin yazıldığı dönemden İslamiyet'in Osmanlı ile bütün bir kurumsallaşma içerisine girdiği 15-16. yy'lara kadar devam eder. Bir yandan artık halk şairleri, saraya sokulmazken -2 veya 3 yüzyıllık uzaklaşmanın ardından 18.yy'da yeniden halk edebiyatı ile divan edebiyatı yeniden kucaklaşacaktır- İran'dan getirilen Divan Edebiyatı kültürü oturmaya başlamıştır. Belki de Nedim, Edirneli Nazmi ve Şeyh Gâlip ile bambaşka bir boyuta evrilen Divan Edebiyatı, 18 ve 19.yy'lardaki halklılaşma ile yerini Batı etkisindeki Türk edebiyatına bırakacaktır. 
   Divan edebiyatı, üzerinde anlaşılagelmiş bir sembol örgüsüne (mazmun) sahiptir. Divan edebiyatını anlamlandırmak için onun dünyasına eklemlenmeniz gerekmektedir. Dolayısıyla divan edebiyatı, bugünkü bireyci sembolist şiir anlayışından çok uzaktır. Bu edebiyatı icra edenler ise çeşitli devlet adamlarının hâmiliği altındaki kişilerdir veya devlet adamı veya üst düzey yöneticilerdir. Tanzimat dönemine gelindiğinde edebiyatçı, bir dâvâ adamı kimliğine bürünmeye çalışır ve belirli kavramları Türk literatürüne sokmak ister. Bu devrin edebiyatçı kısmı devlet memurudur. 2. Tanzimatçılar, 1. Tanzimatçıların maruz kaldıkları hâllerden ürkecekler ve daha bireyci bir edebiyat ve tavır ortaya koyacaklardır. Esasen 1. Tanzimatçıların da başına gelenlerden etkilenmek de 2. Abdülhamid'in istibdat yönetimi de 2. Tanzimatçıların da Servet-i Fünuncuların da Fecr-i Âticilerin de sığındıkları bir bahanedir. Türk edebiyatında edebiyatçı, henüz toplumu dönüştürmek gibi bir görevi üstlenecek kadar gelişememiştir. O dönemlerde toplumu anlayabilecek potansiyelde bir edebiyatçı yoktur. Bu makalenin yazarı ise Türk tolumunu yalnızca Orhan Pamuk'un anlayabildiğini, onun da çok yanliş anladığını düşünmektedir. Bireysel olarak mesela Mehmed Emin Yurdakul, 97 Yunan Harbi için "Cenk Türküsü" şiirini yazabilecek kudreti kendisinde görmektedir. Aslında bu dönüştürme işini yapabilecek edebiyatçılar da uyku dönemindedir. Fikret'in Hürriyet'in İlanı'ndan sonra yayımladığı şiirler ortadadır. Romancı ve edebi tenkitçi Hüseyin Câhid, bundan sonraki hayatının tamamını mücadele içinde geçirecektir. Fecr-i Âticilerin büyük bir kısmı Ömer Seyfettin'in çağrısına uymuş, milli edebiyatçı olmuştur. Abdülhak Hâmid bile savaş yıllarında milliyetçi tiyatro oyunları kaleme almıştır. Bu, genellikle yoksul ailelerden gelip iyi bir eğitim alarak memur olabilmiş edebiyatçıların bir yol göstericiye ihtiyacı vardır. Son büyük üstat Recaizâde idi ancak Ekrem'in, Nâmık Kemal gibi baskın bir karakteri yoktu. İşte Ömer Seyfettin, bu gençlere en azından yol gösterebilecek biriydi. Benzer edebiyatçı takımı, Kurtuluş Savaşı sırasında Gazi Paşa'nın etrafında toplanmış ve Kurtuluş Savaşı için kamuoyu oluşturmaya başlamıştır. 1940 yılına kadar edebiyatçılar ise ya devrim taraftarı olmuş, ya devrim karşıtı olmuş, ya da eski değerler ile yeni değerler arasında "eşikte kalmış"tır. 1940 sonrasında ise bazı edipler eserleriyle bir kanaat önderi rolüne bürünürken diğer yandan 1.yeni- 2.yeni- 80 sonrası şiire doğru bir ilerleme meydana gelmiştir. 
   Gerek dünya gerekse Türk edebiyatı tarihine baktığımızda edebiyatçıların dönem dönem farklı rollere büründüğü görülüyor. Toplum ve birey psikolojisinin alt-üst olduğu bir dönemde edebiyatçının rolü, toplum adına ikircikli duygularını fâş etmek olarak görülüyor. 
   Sıradan bir insanın edebiyatla uğraşması, 21.yy'a has bir durum değil. Halk edebiyatı dediğimiz ürünler bizzat halkın (avamın) kendisinin icra ettiği edebiyattır. Söylenen bu şiirler cönk ve mecmualarda toplanırdı. Mesela 16.yy Trabzonu'nun Güneysu köyünde yaşayan bir köylünün tabiî olan okuma yazmasının olmamasıdır. Üstelik şiir söyleyecekse de belirli kalıp ifade ve sözleri bilmek durumundadır. Şiire yeterince vakit ayırmayan birinin, ne kadar yetenekli olsa bile güzel şiir söyleyemeyeceği ortadadır. Üstelik kaydolmayan söz ne kadar yaşayacaktır? Işte bu sistem sayesinde kötü avam şiirleri zaman ilerledikçe yok olmaktadır. Kalanların ise kötü yanlarını halk, her an düzeltebilecek ve eksik yanlarını doldurup fazla yanlarını atabilecek durumdadır. 
   Dolayısıyla geçmiş halk edebiyatı örneklerinde çok kötü durumlarla ve isimlerle karşılaşmıyoruz. Ancak sıradan biri şu an oturup birkaç bir şey karalasa roman diye bastırması bir iki ay sürmez bile. 
   Aslında edebiyat, çok asil ve yüksek bir uğraş değil ilkel bir duygudur. İnsanlar ya icra ederek ya da bilerek veya bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek sanat eserine maruz kalarak bu ihtiyacını karşılıyor. 
   Dolayısıyla geçmişte askerlerin, kumandanların, padişahların meşgul olduğu edebiyat, bugün toplum tarafından kabul görmemiş ama yeterli birikime de sahip olmayan edipler tarafından sürdürülüyor. 
   Aşiret masalları, on yedi yaş saçmalıkları, playboy erkeğin en sonunda bir kadına âşık olup kahrolması gibi saçma sapan ve birbirinin aynısı kitaplar yazılmaya devam edecek. Burada yapılması gereken bu eserleri (!) alaya almak, kötülemek değil onların nasıl bozuk bir toplumun ve bireyin mahsülü olduğunu anlayabilmek ve konuşabilmektir. 
   Bu eserler birer halk edebiyatı mahsülüdür. Halkın nabzını tutmak isteyenler, bu eserleri gözlerini kapatarak zevklerine ihanet ederek okurlarsa toplumu anlamlandırmış olurlar. 
   Öte yandan edebiyatın üretim olarak da akademik olarak da oldukça multi-disipliner bir alan olduğunu unutmamak gerek. Özellikle sosyoloji, tarih, psikoloji -sadece Freud Jung değil- gibi alanlarla alışveriş hâlinde olmak edebiyatı hem zenginleştirecek hem de "akademik gevezelik" olmaktan çıkaracaktır. Tarihçiler gibi edebiyatçılar da gerekirse TV programlarına çıkmalıdır. Edebiyat tarihçiliğinin tahlil etmekten fazlası olduğu zaman edebiyat, çok daha pragmatist bir boyuta taşınacak ve halk için zevkli bir hâle gelmektedir. Bugün aşiret masallarının roman diye okutulmasının önemli bir sebebi de halka edebiyatı anlatması gerekenlerin edebiyatı anlatmamasıdır. Edebiyatsız kalan halk da önüne gelen kitabı okumakta üretirken de basit eserler ortaya koymaktadır. 
   En başta edebiyatçıların "edebiyat eğitimi" alanına kafa yormaları, "Çoklu Zekâ Kuramını Türk Dili ve Edebiyatına Uyarlama" yazımızda ortaya koyduğumuz ve önerdiğimiz üzere 4 bir edebiyat eğitimi dergisi çıkartılmalıdır. 
   Edebiyat, romatik düşünceden arındırılmalı ve aşk denen duygunun altında cinsellik yattığı unutulmamalıdır. Ömrü boyunca yalnızca bir kişiyi sevip ömrünü ona şiirler yazarak geçiren edebiyatçının bu davranışı sahte bir erdemlilik duygusuyla erdemmiş gibi pazarlanmaya çalışılmasından vazgeçilmelidir. Bunun yerine bir insanın neden böyle bir tutum içerisinde olduğu sosyolojik ve psikolojik nedenlerle tartışılırsa edebiyat da seviye atlamış olur. 
   
   
   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkülerin Söyledikleri: İki Şeye Pişman Olan Ağasarlı Cayan Hüseyin

Türk Düşüncesi: 2023 Sath-ı Mailine Girerken...

Tolgahan'ın Gözlüğü: Acı Çekmek